Ana içeriğe atla

Our Blues Dizi Yorumu

Tekrar merhaba!
Yaklaşık iki hafta -bu yazıyı yayınladığım tarihte yaklaşık altı ay- önce bitirmiş olmama rağmen ara ara olduğu gibi bir türlü gerekli motivasyon ve zamanı aynı anda bulamıyor olmamdan ötürü yorumunu bu zamana dek ertelediğim Our Blues'tan bahsedeceğim bugün. Öncelikle Kim Woo Bin ve Shin Min-a'nın aynı dizide rol alacağını öğrendiğimden beri Our Blues için gün sayıyordum ve 2022'nin en merak ettiğim yapımlarından biriydi. Oyuncu kadrosu nedeniyle herkes gibi benim de bu diziye dair beklentilerim oldukça yüksekti ve rahatça söyleyebilirim ki Our Blues yalnızca beklentilerimi tatmin etmekle kalmadı; beklentilerimin çok daha ötesinde başarılı bir diziyle karşılaştım. 
Zengin ve başarılı oyuncu kadrosu her yapım için büyük bir artı elbette, ancak tek başına hiçbir yapımı izleyicinin gözünde zirveye taşımaya yetmediği konusunda hemfikiriz sanırım. Bu noktada Our Blues hem karakterler için nokta atışı oyuncuları bir araya toplamış, hem de özenle yazılmış farklı hikayeleri aynı çatı altında birleştirmeyi ve 20 bölüm boyunca sıkmadan, abartmadan ve odağını kaybetmeden yansıtmayı başarmış. Üstelik bu esnada karakterler kimi zaman kayda değer bir gelişim gösterirken bazen de gerçek hayatta sıkça gördüğümüz üzere pek değişmeden kalmışlar. Anlayacağınız Our Blues tam da "hayatın içinden" dediğimiz dizilerden birisi olmuş. 
Genel izlenimleri şimdilik bir kenara bırakıp dizinin konusuna gelecek olursak hikaye çoğunlukla Jeju Adası'nda geçiyor ve adada yaşayan ya da bir şekilde hayatının bir döneminde yolu oradan geçmiş karakterlerin hayatı ve mücadeleleri etrafında dönüyor. Zaman zaman güldürüp çoğu zaman da hüzünlendiren hatta ağlatan bu dizide beni en çok etkileyen şey ise sekiz farklı hikayeyi dizinin bütünüyle birleştirerek ve karakterlerin derinliklerine inerek yansıtması oldu. Bu nedenle diziyi yorumlarken bu sekiz olay örgüsü üzerinden gideceğim çünkü diziyi izlerken Our Blues bana sekiz parçadan oluşan ve parçaların kusursuzca bir bütünle birleşip büyük resmi tamamladığı bir yapbozu anımsattı.
#1. Eun Hee & Han Su: Dizi ilk olarak lise yıllarında arkadaş olan fakat sonra yolları ayrılmış iki arkadaşın tekrar karşılaşması üzerine geçen bir olayla başlıyor. Lise yıllarında Han Su'ya tek taraflı hisler besleyen Eun Hee seneler sonra lise aşkını evli ama boşanmanın eşiğinde bir adam olarak buluyor. En azından öyle olduğunu sanıyor çünkü Amerika'da yaşayan eşi ve kızına para göndermesi gereken Han Su aslında aslında büyük bir maddi buhranın içinde olduğundan balıkçılık yaparak geçinen ve hali vakti yerinde olan Eun Hee'yi basit tabirle "dolandırmaya" karar veriyor. Bunu yaparken de Eun Hee'nin kendisine olan zaafını kullanıp onu boşanmak üzere olduğuna inandırıyor ve duygularıyla oynayıp ardından borç istiyor. Ancak işin sonunda Han Su'nun yalanları ortaya çıkıyor, Eun Hee buna rağmen yine de ona borç veriyor ve en sonunda da lise aşkıyla ilgili boş yere umutlanıp üstüne kandırıldığıyla kalıyor. 
Aslında Eun Hee ve Han Su'nun hikayesiyle başlayan dizinin ilk bölümünde epey sıkıldığımı itiraf etmeliyim çünkü ne beklemem gerektiğini bilmiyordum ama çok kısa bir süre zarfında dizi beni kendisine bağlamayı başardı. Han Su'nun para için seçtiği yol sinirlerimi bozsa da hikayenin işlenişi başarılıydı ve maalesef fazlasıyla gerçekçiydi. Eun Hee'nin hikayesi, her zaman başkalarının yardımına koşan, sevdiği herkesi hayatının merkezine koyarak kendini ikinci plana atan ama kimsenin önceliği olmayan ve sonunda ne olursa olsun bir şekilde herkesi affeden birini konu alıyordu. Sanırım az çok herkesin hayatında bir kez bile olsa bir yerlerde bir Eun Hee hikayesine denk geldiği olmuştur. Daha etkileyici olansa genelde Eun Hee tarzındaki karakterler kurgusal yapımlarda en sonunda her istediklerine kavuşan tipler olarak gösterilirken Eun Hee'nin tıpkı gerçek hayatta da olduğu gibi başında neyse aynen öyle kalmasıydı. Anlayacağınız Eun Hee'nin müthiş fedakarlıklarının hayatta birebir bir karşılığı ya da çabalarına denk bir geri dönüşü yoktu.  
#2. Yeong Ju & Jung Hyun: Tam Eun Hee ve Han Su'nun hikayesine iyice kendimizi kaptırmışken dizi bu kez bizleri bir zamanlar etle kemik gibi birbirlerinden ayrılmazken sonradan düşman olan iki babanın birbirlerine aşık, liseli çocuklarının hikayesine götürüyor. Diğer bir deyişle Yeong Ju ve Jung Hyun tıpkı Romeo ve Juliet gibi düşman ailelerin birbirine aşık çocukları. Ancak ilk bakışta hem edebiyatta hem sinemada fazlasıyla işlenen düşman ailelerin birbirine aşık çocukları ve imkansız aşk gibi temalara odaklanıyor gibi görünse de Yeong Ju ve Jung Hyun aslında ergenlere verilen cinsel eğitimin ne kadar önemli olduğunu, siz gençlik heyecanıyla planlar yaparken hayatın sizi beklenmedik şekilde bambaşka yerlere götürebileceğini ve her ne kadar öyle görünse de bunun dünyanın sonu olmadığını anlatıyor. 
Hikayenin bu kısmında Yeong Ju ve Jung Hyun bulundukları lisenin en parlak öğrencilerinden olduklarından üniversite için büyük hayalleri varken Yeong Ju'nun hamile kalmasıyla ikisinin ve hatta ailelerinin tüm planları altüst oluyor. Üstelik Yeong Ju da Jung Hyun da çoğu genç gibi korktukları için bunu aileleriyle uzun bir süre paylaşamıyor, fakat bu onları yalnızca içinden çıkılamaz bir duruma sürüklemekle kalıyor. 
Belirli tabular üzerine kurulu bir toplumda, adım başı tanıdık birine rastlayacağınız küçük bir kasabada yaşayan Yeong Ju ise durumu tek başına kontrol altına almaya çalışıyor. Ancak bebeğinin altı aylık olduğunu öğrenince her şey için çok geç olduğunu anlıyor ve durumu daha fazla saklayamayacağını kabulleniyor. İzlerken Jung Hyun'un gençlik aptallığı ve hayalperestliğiyle Yeong Ju'ya "bebeği doğur, ben okulu bırakır size bakarım" diye ısrar ettiği yerler bana ekran başında sinir krizi geçirtse de en sonunda yapabilecekleri başka bir şey kalmayınca tatlı bir aile olduklarını görmek güzeldi. Ayrıca tutucu sayılabilecek bir kasabada annesi olmadan büyümüş Yeong Ju'nun jinekoloğa gitmeye bile utanması ve bebekten kurtulmak için sonuçlarını hiç düşünmeden kendi ölümüyle sonuçlanabilecek illegal yollara başvurması kadınların çaresizliğine dair çok şey anlatıyordu. Tutucu bir çevrede yetişmenin gençlerin hayatında yol açabileceği travmalar çok iyi işlenmişti, öte yandan hastalarla iletişiminde ön yargılarını bir kenara bırakması gereken doktor figürünün Yeong Ju'ya son derece aşağılayıcı ve yargılayıcı yaklaşımı toplumda hala aşılması gereken çok şey olduğunu fazlasıyla iyi özetliyordu.
#3. In Gwon & Ho Shik: Yeong Ju ve Jung Hyun'un, bir zamanlar kardeş gibi olmalarına rağmen daha sonra birbirlerini görmeye dahi tahammül edemeyen ebeveynlerinin hikayesi hiç beklemediğim şekilde çok sürükleyiciydi, hatta en başta ilgisiz olmama rağmen bölümler ilerleyip sahneleri azaldıkça keşke onlara ayrılan birkaç bölüm daha olsaydı diye düşünmeden edemedim. Oyuncuların karakterleri tam anlamıyla yaşaması ve söz konusu küslükte ikisinin de belirli açılardan hem haklı hem de haksız olması çok gerçekçiydi. Çocuklarını annesiz büyütmek zorunda kalan iki babanın taban tabana zıt tutumlarıysa güzel yansıtılmıştı. Kişilerin tutumlarının "yaşanan belirli zorluklar" bahanesine indirgenemeyeceğini gösteriyordu çünkü benzer koşullar altında Ho Shik kızına karşı sevecen bir baba olmayı başarabilmişken In Gwon oğluna karşı duygusal açıdan soğuk, merhametsiz ve katı bir babaydı. Yine de en sonunda ikisinin de tekrar barışmasını, hatta çocukları ve torunlarıyla yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bir aile oluşlarını görmek güzeldi. Yeong Ju, Jung Hyun, In Gwon ve Ho Shik'in hikayesinin bir dramla başlamasına rağmen insanın içini ısıtan bir öyküye dönüşmesini seyretmek de keyifliydi. Bu noktada bile hikayelerin tamamen bir peri masalına dönüşmemesini hem hüzünlü hem de hayatın içinden buldum çünkü hem Yeong Ju ve Jung Hyun'un hem de babalarının onların gelecekleriyle ilgili büyük planları varken günün sonunda babalarının umduğu gibi küçük kasabadan kurtulup büyük şehirde en iyi üniversitelerde okumaya gittiklerini göremedik.
#4. Min Seon-a & Lee Dong Seok: Seon-a'nın hikayesi depresyonla mücadele eden ve bu nedenle dünyası tüm ışıkları söndürülmüş bir şehir gibi kapkaranlık olan bir kadının, bazı günler yataktan çıkmaya dahi enerji bulamazken annelik gibi büyük bir sorumluluğun altından kalkmaya ve kendi hayatını düzene sokmaya çalışmasını konu alıyordu. Seon-a işe gidemediği için eşinin Seon-a'nın depresyonda olmasını bilmesine rağmen "ben eve para getirip yoruluyorum" motivasyonuyla ondan tüm evin işlerini yapmasını ve üstüne bir de çocuklarına bakmasını beklemesi, 21. yüzyılda yavaş yavaş değişmeye başlasa da bazı aşılamayan cinsiyet normlarını yansıtıyordu. 
Karakterlere değinmek gerekirse Shin Min-a, depresyonu nedeniyle çocuğuna iyi annelik yapamadığı gerekçesiyle oğlunun velayetini kaybeden bir annenin çaresizliğini seyirciye güzel yansıtmıştı bence. Yıllar önceki ilk aşkıyla karşılaşma hikayesiyse bir peri masalı olmaktan çok realist bir yaklaşımla işlenmişti. Ailevi problemleri olan Dong Seok'un, her ne kadar Seon-a'ya karşı hâlâ hisler beslese de onu tam olarak anlayamayıp bazen bencil davranması sinir bozucu derecede gerçekçiydi. Ayrıca Lee Byung Hun, annesi tarafından hiç sevgi görmemiş, doğru düzgün bir ailesi olmamış ve ilk aşık olduğu kadını da bir noktada kaybetmiş bir adamın öfkesini, çaresizliğini ve huzursuzluğunu başarılı sergilemişti. Seon-a ve Dong Seok bazı aşk hikayelerinin ileri giden düz bir çizgide kusursuzca ilerleyemeyeceğini, fakat bazen yolların doğru anda tekrar kesişebileceğini gösteriyordu. Seon-a'nın hikayesi ise depresyonun bu durumu hiç yaşamamış çoğu insanın sandığı aksine yalnızca birkaç gün veya hafta süren basit bir keyifsizlik durumu olmadığını, depresyonla mücadele eden bir insanın iç dünyasının tıpkı tüm ışıkları söndürülmüş, kapkaranlık ve yapayalnız bir şehri andırdığını anlatıyordu. 
#5. Jeong Jun, Yeong Ok & Yeong Hee: Kim Woo Bin'in hastalığından sonra geri döndüğü ilk projede nasıl bir karakteri canlandıracağını çok merak ediyordum açıkçası ve bence Jeong Jun dizinin en parlayan karakterlerinden olmasa da kendi içinde tutarlı bir hikayesi vardı ve Kim Woo Bin de rolünü çok güzel taşımıştı. Bu üçlünün etrafında dönen olay örgüsüyse beni en çok duygulandıran hikayelerden oldu. Yaşadıkları başımıza gelmeden kendimizi yerine koymaya çalıştığımızda davranışları bencilce görünen Yeong Ok'un, annesi ve babası öldüğünden beri tek başına down sendromlu kardeşine bakma mücadelesi verirken aslında ne kadar zor bir hayat sürdüğü, ancak öteki yandan işlerin Yeong Hee'nin açısından da bir o kadar güç olduğu çok güzel ele alınmıştı. Dizi bu anlamda iki farklı bakış açısını izleyiciye eşit derecede yansıtırken iyi bir iş çıkarmış bana kalırsa. İzlerken hem Yeong Hee'nin yalnız bırakılmaktan duyduğu korkuyu hem de Yeong Ok'un yaşadığı suçluluk duygusu ve çaresizliği hissettim. Aynı zamanda Jeong Jun'un aklındaki şüphelere yenilmeden ve Yeong Ok'u değiştirmeye çalışmadan hem onu hem de hayatını kabullenip benimsemesi çok güzeldi. Başka bir deyişle Jeong Jun anlayışlı yaklaşımı, destekleyici tutumu ve soğukkanlılığıyla tam olarak ideal bir partnerin tasviri gibiydi. 
Ayrıca dizi bu kısımda toplumun geri kalanından farklı bireylerin yaşadığı zorlukların büyük bölümünün yerleşmiş ön yargılar olduğunu da bizlere gösteriyordu. Bunu yaparken de Yeong Hee'nin kendine özgü sanatıyla iç dünyasını seyirciye yansıtması çok güzel işlenmişti. Yeong Hee ve Jeong Jun'un arasındaki bağ da çok sevimliydi. Yeong Hee'yi canlandıran Jung Eun Hye rolünün hakkını fazlasıyla vermişti ve galiba dizideki resimleri gerçekten de kendisi çizmiş. 

#6. Eun Hee & Mi Ran: Dizinin ilk başında geçmişten bu yana süregelen tek taraflı bir aşk hikayesiyle karşımıza çıkan Eun Hee dizinin sonlarına doğru bir tarafın daima ezildiği, hiç düşünmeden kendinden fedakarlık ettiği ve asla verdiği değerin karşılığını tam olarak alamadığı bir arkadaşlık öyküsüyle karşımıza çıkıyordu. Mi Ran lise yıllarından beri bulunduğu her ortamın gözdesiyken Eun Hee karşısındakinin anlamsız üstünlüğünü kabullenen, kendini ona adamak zorunda hisseden, iyiliği suiistimal edilen, popüler arkadaş tarafından zaman zaman kullanılan ve daima ikinci plana atılan arkadaşı canlandırıyordu. Ancak dizi her ne kadar Mi Ran'ın sevimsiz yönlerini gözümüze soksa da arka planda zaman zaman onun da yaptığı iyilikleri gösterdiğinden bu konuyu ele alırken de gerçekçiydi. Dizinin en sevdiğim yanı da bu oldu zaten, birçok farklı olaya değinirken hiçbir şeyi siyah ya da beyaz olarak ayırmamışlar; her şey gri ve her birinde kendinizden ufak tefek bir şeyler bulabiliyor ve iki tarafa da az çok bir noktada hak veriyorsunuz. Günün sonunda Eun Hee seneler sonra patlasa ve Mi Ran'la arkadaşlıkları bozulsa bile bir şekilde tekrar barışmalarıysa garip bir şekilde sinirlerimi bozmadı. Genelde bu tarz olaylarda hep affedici davranan tarafı bir süre sonra katlanılmaz bulurum, fakat Mi Ran ve Eun Hee'nin hatalarını kabul edip ortak paydada buluşmaları olgun bir davranıştı. 
#7. Chun Hee & Eun Gi: Dürüst olmak gerekirse Chun Hee dizinin başında ayrı olarak hikayesini görürüz diye düşündüğüm bir karakter değildi, ama zaten diziyi bana sevdiren de bu karakter çeşitliliği oldu. Bazı yapımlar kısıtlı birkaç karakterin etrafında dönerken başrol dışındaki herkes esas karakterlerin etrafında dönen ve hiçbir derinliği olmayan figüranlardan ibaret yazılıyor. Our Blues'u öne çıkaran şeylerden birisi de tam bu noktada tüm karakterlere ayrı ayrı özenli hikayeler yazarak karakter zenginliğini desteklemesi olmuş. Gördüğünüz kişiler, geçen diyaloglar ve yaşanan olayların hepsi ana hikayeye bir şeyler katıyor; bu da izleyici için diziyi oldukça keyifli hale getiriyor. 
Chun Hee ve Eun Gi'nin hikayesi sırf ölen köpeği için üzülmesin diye babası tarafından ölenlerin gökyüzünde bir yıldız olduğuna inandırılan Eun Gi'yle başlıyor. Babası, her çocuk gibi mucizeler ve peri masallarından büyülenen Eun Gi'ye eğer 100 tane ayın olduğu yere giderse dileğinin kabul olacağını söylüyor ve ardından trajikomik bir şekilde bir araba kazası sonucu ağır yaralanarak komaya giriyor. Bunun üzerine annesi kimseye bir şey söylemeden Eun Gi'yi babaannesinin yanına bırakıyor ve biz de bu esnada aralarında büyük bir jenerasyon farkı olan babaanne ve torunun sevimli ama bir yandan da iç burkan hikayesini izliyoruz. Tabii Eun Gi'nin babasının durumu kötüleşince olaylar giderek daha dramatik hale geliyor ve derken Jeju halkının küçük bir oyunuyla 100 ayı gördüğüne inandırılan Eun Gi'nin dileği gerçekliyor ve neyse ki babası mucize eseri iyileşiyor. Böylesine gerçekçi bir dizide tek mucizenin çocuk saflığıyla peri masallarına yürekten inanan Eun Gi'nin başına gelmesi o kadar güzel işlenmişti ki sanıyorum bölümü izlerken çoğu kişi gözyaşlarını tutamamıştır zaten. 
#8. Dong Seok & Ok Dong: Dizi son olarak hiç beklemediğim şekilde beni en çok üzen, hatta Eun Gi'nin hikayesinden bile daha çok etkileyen Dong Seok ve Ok Dong'un yıllarca yarım kalmış anne oğul ilişkisiyle sona eriyor. Kötü koşullarda hem kendine bakmak hem de gayrimeşru çocuğuna annelik yapmak zorunda kalan Ok Dong ve yıllarca hiç aile sevgilisi görmeden büyümüş Dong Seok'un yolları Ok Dong'un amansız hastalığı üzerine tekrar kesişiyor. Bu esnada anne oğul olmalarına rağmen birbirlerine tamamen yabancı iki insanın pişmanlıklarını, umutlarını, öfkesini, "keşke"lerini, sevinçlerini ve hüzünlerini izliyoruz. Ancak Eun Gi olayında olduğu gibi bu kez hayatta nadiren tezahür eden mucizelerden birisi gerçekleşmiyor ve Dong Seok tam da seneler sonra hayatında ilk kez annesinin varlığını hissetmişken Ok Dong hastalığına yenik düşüyor. Hikaye birçok bakımdan o kadar etkileyici, üzücü, çarpıcı ve gerçekçiydi ki beni dizide en çok ağlatan bölüm oldu. Annesinin belki her şeyden habersiz belki bilerek Dong Seok'a yemek hazırlayıp bırakması, sessizce yaşadığı gibi yine sessizce ölmesi ve en önemlisi de genelde çoğu zaman kitaplarda ya da filmlerde gördüğümüz üzere her şeyden pişman olduğunu itiraf ederek değil de bir özür bile dilemeden, fakat oğluna olan sevgisini bir şekilde ona hissettirerek ölmesi, seneye Ok Dong'un görmek istediği dağa birlikte çıkmak üzere birlikte kurdukları ilk ve son hayalin yarım kalışı... Yazıda birçok kez belirttiğim üzere dizide pek çok gerçekçi sahne vardı, fakat bana kalırsa hiçbirisi bu kadar acımasız bir gerçekliği anlatmıyordu. Bu yüzden her ne kadar dizinin ilk başında Dong Seok'u agresif ve bencil tavırlarından ötürü biraz itici bulsam da dizinin sonunda en gerçekçi bulduğum ve hikayesinden en çok etkilendiğim karakter oldu. 
Kısacası eğer dizilerde sadece aksiyon ve olay seviyorsanız Our Blues belki tam olarak sizin diziniz değil çünkü bu açıdan bakıldığında durağan bir dizi gibi görünüyor, ancak yine de tam bir aksiyon bağımlısıysanız bile mutlaka şans vermeniz gerektiğini düşünüyorum zira dizi sıradan insanların günlük hikayelerini ve hayatın içinden sorunlarını anlatırken çarpıcı bir şekilde sürükleyici olmayı da başarıyor. Dram ve komediyi o kadar iyi harmanlamışlar ki sonlara doğru kendinizi sık sık ağlarken bulsanız dahi bir şekilde dizi samimiyetiyle sizi her noktada gülümsetmeyi de ihmal etmiyor. Hani bir diziyi izlerken karakterler arkadaşınız ya da ailenizden birisi gibi olur da başlarına ne geldi merak edersiniz, onlarla üzülür onlarla sevinir ve en son bölümde sanki sevdiğiniz birine veda ediyormuş gibi hüzünlenirsiniz ya Our Blues tam olarak öyle bir yapım. Özellikle de son sahnede yaşanan büyük dramın ardından tüm karakterlerin bir yerde toplanması ve birlikte kocaman bir aile gibi başka bir topluluğa karşı yarışmaları tam olarak sıcak aile dizisi atmosferi veriyordu, gerçekten çok sevdiğim bir dostuma veda ederken el sallıyormuşum gibi hissettim. Ayrıca son sahnenin ardından dizinin verdiği mesaj da çok güzeldi; tüm acılara rağmen hayatın devam ettiği ve ne olursa olsun bir şekilde bu hayata bir kere ve mutlu olmak için geldiğimizi vurgulaması böyle bir dizi için çok yerinde bir sondu. 
Diziyi bu kadar samimi ve başarılı yapan unsurlardan birisi de Mi Ran dahil hiçbiri zorlama ya da kasıntı olmayan karakterlerden oluşmasıydı; dizi, adına yakışır bir şekilde bizim hüzünlerimizi bizden biri olarak anlatıyordu. Karakterlerin tümü mutlu anları olduğu kadar çaresizlikleri ve dertleri de olan hayatın içinden gerçek insanlardı. Kimse çok zengin ya da çok yoksul değildi; adada yaşayan karakterler hem kendi kültürlerini, yaşayış tarzlarını ve aile hayatlarını yansıtıyor hem de balıkçılık ve pazarcılık gibi çoğu yapımda görmeyeceğiniz ancak yaşadıkları çevreyi bütünleyen meslekler icra ediyordu. Özellikle de niye bilmiyorum ama Dong Seok'un pazar arabasının üstüne çıkıp bağırarak bir şeyler satmaya çalışması ve arabayla gezerken son ses açtığı o bant kaydı çok samimi geldi. Kore dizilerini benim açımdan en izlenilir ve farklı kılan detaylardan birisi de Our Blues dizisinde olduğu gibi bazı yapımlarında bu denli hayatın içinden kareler sunmaları ve bir de tabii unutmadan çoğunlukta birbirinden güzel şarkılardan oluşan soundtrackleriyle yarattıkları atmosferi tamamlamaları. Bu açıdan benim için Our Blues da sıkılmadan arka arkaya dinleyebileceğim birçok şarkı keşfetmemi sağlayan yapımlardan biri oldu. Derinliği olan karakterler, gerçekçi olay örgüleri, başarılı bir senaryo, insanın içini açan ada manzaraları ve samimi kasaba atmosferi birleşince Our Blues "iyi ki izlemişim" dediğim ve k-dramalar bir yana bugüne dek izlediğim tüm diziler içinde en üst sıralara koyduğum yapımlardan birisi olarak yerini aldı ve son sahnesinde yıllardır tanıdığım dostlarıma veda ediyormuşum gibi hissettirdi. Zaten sanıyorum ki bu upuzun yorumdan da diziyi ne kadar sevdiğim ve söz konusu Our Blues olunca çenemin ne kadar düştüğü belli oluyordur :")
Bir sonraki yorumda görüşmek üzere!









Yorumlar

Popular Posts

The Untamed Dizi Yorumu

Herkese merhaba! Yıl sonunu çok sevdiğim bir diziden bahsederek kapatmak ve herkese mutlu yıllar dilemek istedim. The Untamed bir süredir izlemek istediğim ancak bölüm sayısı fazla olduğu ve daha önce herhangi bir Çin yapımı izlemediğim için sürekli ertelediğim bir diziydi. Dizinin konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu, sadece bir novel uyarlaması ve BL temalı olduğunu biliyordum. 50 bölüm gözümde çok büyüdüğü için sürekli erteledim ve itiraf etmek gerekirse Çince kulağıma önceden pek hoş gelmediği için ön yargılarım vardı. Fakat diziyi bitirdikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki ön yargılarım aslında gereksizmiş. Diziye başlarken 50 bölümü gözünde büyüten ben, 10 bölümü izledikten sonra keşke dizi daha uzun olsaymış demeye başladım, hatta son bölümü izlerken 50 bölümlük birkaç sezon olmasını istedim ve bence daha uzun olsaymış da olurmuş çünkü Bulut Kovuğu'nda aldıkları eğitimi bile ayrı bir dizi olarak izleyebilirdim.  Diziyi hiç duymayanlar için kısaca konusundan bahsedeyim önc

The Flower of Evil Dizi Yorumu

Herkese merhaba, The Flower of Evil'ı yeni bitirdim ve bitirir bitirmez hemen yorumunu yazmak istedim çünkü inanılmaz iyiydi ve izlerken her bölümünden ayrı keyif aldım. Bilmeyenler için dizinin konusunu ve merak edenler için tanıtımını  aşağı bırakıyorum ve sonrasında spoiler içeren yorumuma geçiyorum. Dizi, karanlık geçmişini gizleyen ve başka birinin kimliği altında yaşayan bir adam ( Lee Joon-Gi ) ile o adamın (kocasının) peşine düşen bir dedektifin ( Moon Chae-Won ) etrafında dönmektedir. Öncelikle diziye başlama sebebim dizi hakkında okuduğum iyi yorumlar, Lee Joon-Gi'nin oyunculuğu ve dizideki kızıyla paylaştığı fotoğrafları görmem oldu. Başlarken çok yüksek beklentilerim yoktu fakat dizi daha ilk bölümünden bile merak uyandırdı ve beni içine çekmeyi başardı. Kore dizileri izlemeye karantina döneminde başladım ve açıkçası çok fazla ön yargım vardı, çoğu insan gibi ben de İngiliz ve Amerikan dizileri izlemeye alışık olduğumdan bir Kore dizisi izlemek hiç de cazip gelmiyor

Edgar Allan Poe - Bütün Şiirleri // Kitap Yorumu

 Herkese merhaba, Aslına bakılırsa bu yazıyı uzun bir süredir yazmayı planlıyor olduğum halde nasıl yazacağımı bir türlü tasarlayamadığım için erteliyordum. Şiir tutkunu olduğumu söyleyemem, fakat hoşuma giden şiirleri ve sevdiğim yazarların derlemelerini okumayı severim. Edgar Allan Poe kullandığı imgeler ve kafanızda çizdiği soyut resimlerle okumaktan keyif aldığım yazarlardan birisi. Bu nedenle daha kitabın kapağını açarken bile beni içine çeken dünyanın hoşuma gideceğinden emindim. Şiirler hakkındaki yorumuma geçmeden önce İthaki Yayınları'ndan çıkan derlemeyi okudum ve çevirisinin çok başarılı olduğunu söyleyemem açıkçası. Elbette çeviri yapmak, özellikle de şiir çevirisi yapmak oldukça zor bir iş, ama yine de çok daha iyi olabilirmiş diye düşünmeden edemedim. Neyse ki bir tarafta orijinal dil, diğer tarafta çeviri olacak şekilde basmışlar, bu yüzden de çok problem olmadı.  Şiirlerin hepsini eşit derecede sevdiğimi söyleyemem tabii ki, içlerinde hoşuma gitmeyen şiirler de oldu