Ana içeriğe atla

Hymn of Death Dizi Yorumu

 Merhaba!

Bugün sizlere izlerken bana uzun ve akıcı bir film gibi hissettiren ve yaşanmış, gerçek bir hikayeye dayanan 6 bölümlük mini bir Kore dizisinden bahsedeceğim. Öncelikle beni ilk olarak afişiyle etkileyen dizimiz 1920lerde o dönem Japonya'nın işgali altında mücadele veren Kore'de geçiyor. Kore'nin ilk soprano sanatçısı Yun Sim-deok ve bir oyun yazarı olan Kim Woo-jin'in yolları bir gün kesişiyor ve ardından işgal ortamının getirdiği bunalımın, asla özgür yaşayamıyor olmanın getirdiği kimlik karmaşasının ve zincirlere vurulmuş halde yaşamaya çalışırken geleceğe ve güzel günlere dair umudu her gün biraz daha yitirmenin etkisiyle iki karakter kendilerini yaşamın onlara sunduğu tek seçeneğin, yani ölüme uzanan amasız bir uçurumun kıyısında buluyorlar.

Aslını isterseniz başlamadan önce birkaç negatif yorum okuduğum için beklentilerimi çok yüksek tutmamaya karar vermiştim ancak diziye başladığımda daha ilk bölümün ardından kendimi arka arkaya bölümleri geçerken buldum; dizi tek oturuşta bitti, tek bir saniyesinde bile sıkılmadım ve yansıtılan duygu yoğunluğunu her sahnede hissettim. Açıkçası ben diziyi ortalama 1 saatten oluşan 16 bölüm bekleyerek açmıştım ancak dediğim gibi dizi 6 bölümden oluşuyor ve her bölüm 26-30 dakika civarında sürüyor, bu nedenle de eğer benim gibi tek oturuşta bitirirseniz aslında 3 saatlik uzun bir film izlemişsiniz gibi hissettiriyor. Ve buraya bir parantez açmak isterim ki kesinlikle zaman ayırıp tek oturuşta bitirmenizi öneririm, izlerken benim için dizinin gerçek olaylara dayanmasıyla birlikte etkileyiciliğini artıran bir diğer faktör de bu oldu. Bölümleri arka arkaya geçerken kendimi olayların ortasında hissettim ve karakterlerle empati yapmaya çalıştım. 
Dizi ilk olarak bir gemide başlıyor, mürettebattan bir görevli birilerinin intihar şüphesi üzerine telaşla etrafı ayağa kaldırıyor ancak sonrasında zamanda geri gidiyoruz. İlk başta bir opera sanatçısı olan Sim-deok ve oyun yazarı olan Woo-jin'in günlük hayatlarını görüyoruz fakat daha dizinin en başında bile işgal altında olan bir ülkenin baskıcı ortamını ve insanların içine düştüğü buhranı hissedebiliyorsunuz. Dizide herkes bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyor ama iki ana karakter üzerinden aslında öyle bir ortamda insanların olmayı arzuladığı kişi ve düşlerindeki yaşamla olmaya zorlandıkları kişi ve acı gerçeklik arasında ne kadar çarpıcı bir tezat olduğunu görüyorsunuz. 
Tüm bu kargaşanın içinde Sim-deok ve Woo-jin de koşullar ne olursa olsun her dönemde ve her durumda kendine bir yer edinebilmiş aşka tutunuyor ve birbirlerine karşı bir şeyler hissetmeye başlıyorlar ancak tabii ki hiçbir şey toz pembe ilerlemiyor çünkü belirttiğim gibi hayatlarını özgürce yaşamaya dahi izinleri yok. Politik baskı bir yana, ailelerin ve toplumun insana yüklediği sorumluluklar, hatta kutsallaştırılan görevler ve beraberinde doğan ikilemler, imkansızlıklar dizi boyunca karakterleri ezip geçiyor. 
Tam tüm zorluklara rağmen bir şeyler güzel ilerler ve Sim-deok'la Woo-jin arasında bir şeyler olacakken Woo-jin'in aslında evli olduğu ortaya çıkıyor; durum böyle olunca birbirlerinden kopuyorlar ama daha sonrasında bu evliliğin de aslında Woo-jin'in sırtına yüklenen bir sorumluluk olduğunu görüyoruz. Tek istediği özgürce kendi iç dünyasına kapanıp oyunlarını yazmak olmasına rağmen babası tarafından kendine seçilen hapis hayatına razı gelmek zorunda kalıyor. Her gün kendisine bir zindan gibi hissettiren eve gelip gidiyor, aile işlerini halletmeye çalışıyor, babasının hayalleri ve tutkuları hakkındaki aşağılayıcı konuşmalarını kulak ardı etmeye çalışıyor ve evliliği gözünde kutsal bir "görev" olarak gören eşinden giderek uzaklaşırken gizlice odasına kapanıp sürekli bir şeyler yazıyor. Bir yandan da geçen zamana ve araya giren mesafeye karşın Sim-deok'a hissettiklerine engel olamıyor. 
Sim-deok ise işgalin de getirdiği yoksullukla ailesini tek başına geçindirmeye çalışıyor ve duruma bir de çalışamayan babasıyla öğrenci olan iki kardeşi ve hem işgal altındaki bir ülkede hem de kadınların meslek hayatında çok da yer edinemediği bir dönemde kadın olmanın zorluğu eklenince işler iyice zorlaşıyor. Tabii bu süreçte o da aynı şekilde Woo-jin'i bir gün bile aklından çıkaramıyor, derken birkaç sene sonra bir zamanlar hayalini kurduğu yerde sahne alırken Woo-jin'in sözleştikleri üzere onu izlemek için çıkagelmesiyle yolları bir kez daha kesişiyor ve bu kez bırakıp gitmek ikisi için de bir önceki kadar kolay olmuyor. 
Ne var ki hislerine karşı koyamayıp bir araya gelmeleri işleri ikisi için de yalnızca daha karmaşık ve umutsuz bir hale getiriyor. Her ne kadar gizli bir ilişki yaşamaya başlamış ve yan yana geldiklerinde biraz daha iyi hissediyor olsalar da sorumluluklarından ve insanların onlara atadığı kimliklerden kaçamıyorlar. Woo-jin'in, babasının işini sürdürmesi ve başka bir kadının eşi olarak yaşaması gerekiyor. Sim-deok'un ise ailesinin ihtiyaçlarını karşılaması bekleniyor ve bunu yaparken hakkında bir de parayı nereden bulduğuna dair asılsız dedikodular çıkıyor. Bir noktada ailesine bakabilmek için zengin bir adamla evlenmeyi kabul ediyor çünkü başka bir seçenek göremiyor. 
Fakat ailesi için dişini sıkmaya çalışsa da bir yerden sonra ailesinin de yaptıklarını hiçe sayar gibi çıkan dedikodulara inanması bardağı taşıran son damla oluyor. Aynı şekilde Woo-jin de derin bir buhranla kendini kapadığı odada yazmaya devam ederken karısının, aşk mektuplarını bulması üzerine gizli ilişkisinin ortaya çıkmasıyla babasından çok sert bir tepki görüyor. Hapis hayatı yaşadığı evde ona ait olan tek oda da içindekilerle birlikte yerle bir edilince kendi adına kaçıp gitmekten başka bir çare göremiyor. 
Bu noktadan sonra yavaş yavaş dizinin en başında gördüğümüz hazin sona doğru ilerliyoruz, hayatla artık başa çıkamayan bu iki karakter çareyi hayatla aralarındaki çoktan aşınmış ipi kesmekte buluyor. Kimseye bir şey söylemeden bir gemiye biniyorlar, kendilerini kimsenin tanımadığı o gemide ilk kez korkmadan, çekinmeden ve tereddüt etmeden oldukları kişi gibi hissediyor, sarılıyor, öpüşüyor ve dans ediyorlar, ancak bunları yaparken hepsinin sadece kısa bir peri masalı olduğunu akıllarından çıkaramıyorlar. Kısa bir mutluluk içlerinde ölen bazı şeylere tekrar hayat vermeye yetmiyor, ayakkabılarını çıkarıp geminin ucuna doğru yürüyorlar ve sonrasında yalnızca onlardan geriye kalan ayakkabıları, simsiyah okyanusu ve gökteki ayı görüyoruz. Öldüklerine dair yalnızca bir ima var, bir kesinlik söz konusu değil. Sonrasında olayı biraz araştırdım ve çiftin gerçekte de kesin olarak öldüğüne dair bir kanıt olmadığından bir şekilde kaçıp kurtulmuş olabilecekleri düşünülüyormuş. Yine de gerçekçi bir bakış açısıyla ihtimalleri düşündüğünüzde son derece trajik bir aşk hikayesi izliyor ancak umut etmekten de kendinizi alamıyorsunuz.  
Dizinin sonunu daha başından bildiğimiz için tüm bu yaşananları izlemek beni fazlasıyla etkiledi diyebilirim açıkçası. Bunda dönem atmosferinin güzel yansıtılmasının, çekimlerin ve başarılı oyuncuların da etkisi büyüktü elbette. Lee Jong-suk daha önce birçok dizide izlediğim bir oyuncu olduğundan karakteri son derece iyi sergilemesi beni hiç şaşırtmadı, ses tonundan bakışlarına kadar Woo-jin'in içine düştüğü buhranı ve tükenmişliği çok güzel yansıtmıştı. Shin Hye-sun ise bundan önce bir dizide yan rol olarak izlediğim bir oyuncu olduğu için nasıl bir performans göstereceğine dair çok bir fikrim yoktu ve en az Lee Jong-suk kadar başarılı bir iş çıkardığını görünce şaşırdığımı söyleyebilirim; kesinlikle diğer dizilerine de bir şans vereceğim. Sim-deok'un çaresizliği ve hüznünü her mimiğinde görmek mümkündü. Ama yine de burada bir parantez açıp diziye dair ufak bir eleştiride de bulunmak istiyorum ki Shin Hye-sun'ın şarkı söylerken ağzını oynattığı sahneler çok başarısızdı; ağzını yanlış yerde oynatsa, hatta hiç ağzını açmasa sesin ona ait olmadığı daha az belli olurmuş, o derece gerçeklikten uzaktı o kısımlar. Bir de nedense diziye başlamadan önce kafamda oyuncuların kimyasını bir türlü oturtamamıştım fakat izledikten sonra aralarındaki uyuma bayıldığımı söyleyebilirim, bu da diziyle ilgili beni iyi anlamda şaşırtan başka bir nokta oldu. 
Ayrıca belirttiğim gibi dizinin gerçek olaylara dayandığı zaten belirtiliyor ama yine de zaman zaman akışa kapılıp unuttuğum noktalar oldu. En sonunda karanlık okyanusun üzerinde parlayan ay ışığını görünce geçmişte sadece Sim-deok ve Woo-jin'in değil daha binlercesinin benzer şekillerde savaşın, işgalin, yoksulluğun ve çaresizliğin getirdiği umutsuzluk ve bunalımla benzer şeylerini yaşadığını düşününce diziye daha farklı bakmaya başladım. En sonunda insanların onları zincirlediği kimliği temsilen adımlarını kontrol eden ayakkabıları geride bıraktıklarını ve hemen ardından da hepimizin bildiği üzere sonsuzluğu ve özgürlüğü simgeleyen uçsuz bucaksız, karanlık fakat ay ışığının yine de bir noktasına vurduğu okyanusu görmek ayrıca güzeldi. Gerçek hikayelerini okuduktan sonra tüm gerçekçi kötü ihtimallere rağmen sahiden de her şeyi geride bırakıp kaçmış ve huzurlu bir hayata adım atmış olmalarını ummadan edemedim. 
Bunun nedeni aynı zamanda yukarıda da söylediğim gibi Sim-deok ve Woo-jin bizlere çok güzel yansıtılmış olmasıydı ancak oyuncuların yanı sıra dizinin atmosferi, kostümler ve müzikler de çok başarılıydı. Özellikle Sim-deok'a giydirdikleri kıyafetlere bayıldım, mekanlar da çok güzeldi ve üç saate yayılan üç şarkı da insanın içine dokunuyordu. Dizinin müziklerini dönüp dönüp tekrar dinledim. Bunun yanında izlediğimiz trajik aşk hikayesinde gerçeğe dayanan mektuplar, insanların kalbinden ve ruhundan parmaklarına dökülen cümleler ve şiirler de diziyi güzelleştiren diğer detaylardandı. Birbirlerinin karanlık hayatına herkese ve her şeye rağmen ışık olan iki sanatçının film tadındaki hikayesi izlerken bana aynı zamanda Stefan Zweig'ın kısa öykülerini ve novellalarını da anımsattı her nedense. Yine savaşın sebep olduğu bunalım, insanın ruhunu öldüren o kimlik karmaşası, çıkar yol görememe ve tüm o zifiri karanlığın içinde tüm tükenmişliğe karşı bir tabloyu, bir masalı andıran küçücük bir umut, minicik bir an vardı Hymn of Death'te de. Adı gibi hüzünlü bir ölüm ilahisiydi fakat aynı zamanda karakterlerin birbirine duyduğu aşkla harmanlanan bu ilahinin insanı ürküten bir güzelliği de vardı. 
Hymn of Death'i izlerken de tıpkı Stefan Zweig eserlerini okurken olduğu gibi savaşın insan hayatını ne kadar anlamsız kıldığı ve geriye kalan her şeyi umutsuzluk içinde bıraktığını düşündüm. 
Okuduğum olumsuz yorumlarda kimileri dizinin derinliğinin yeterince iyi verilmediğini ve her şeyin aceleye getirildiğini söylemişti ama bana kalırsa kısa bir öykü gibi yarım saatlik 6 bölüm halinde sunulması çok daha etkileyici ve akıllıca bir tercih olmuş. Genelde olduğu gibi yaklaşık 1 saatten oluşan 12-16 bölüm izleseydik kesinlikle dizi bu etkiyi uyandıramazdı. Her şeyin az ve öz tutulmasını başarılı buldum. Zaten yaşadıkları ağır şeyleri daha uzun izlemeyi de kaldıramazdım sanırım. 
Yine de özellikle de bu soğuk kış gecelerinde film gibi tek oturuşta bitirebileceğiniz, en sonunda sizi kalbinizdeki ağırlıkla baş başa bırakacak trajik bir aşk hikayesine ihtiyacınız varsa Hymn of Death mükemmel bir seçim bana kalırsa. Kendi adıma tarihi dramaları, nostaljik atmosferleri ve trajik aşk hikayelerini seven birisi olarak diziyi izlediğim en iyi Kore dizileri listemde üst sıralara eklediğimi söyleyebilirim. 
Ayrıca hikaye ucu açık sonuyla bize aşkın insanı zayıf mı düşürdüğünü yoksa tam tersine güçlü mü kıldığını sorgulatıyordu, eğer benim gibi diziyi tek gecede izlerseniz sabaha karşı kalan son birkaç saatte bunları sorgularken bulabilirsiniz kendinizi, soğuk kış günlerinde yapacak daha iyi bir şeyiniz yoksa kesinlikle tavsiye ederim...
Bir sonraki yorumda görüşmek üzere!
O benim şeytan tarafından kuşatılmış olan hayatımda tek güvenli sığınağımdı.



 

Yorumlar

Popular Posts

The Untamed Dizi Yorumu

Herkese merhaba! Yıl sonunu çok sevdiğim bir diziden bahsederek kapatmak ve herkese mutlu yıllar dilemek istedim. The Untamed bir süredir izlemek istediğim ancak bölüm sayısı fazla olduğu ve daha önce herhangi bir Çin yapımı izlemediğim için sürekli ertelediğim bir diziydi. Dizinin konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu, sadece bir novel uyarlaması ve BL temalı olduğunu biliyordum. 50 bölüm gözümde çok büyüdüğü için sürekli erteledim ve itiraf etmek gerekirse Çince kulağıma önceden pek hoş gelmediği için ön yargılarım vardı. Fakat diziyi bitirdikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki ön yargılarım aslında gereksizmiş. Diziye başlarken 50 bölümü gözünde büyüten ben, 10 bölümü izledikten sonra keşke dizi daha uzun olsaymış demeye başladım, hatta son bölümü izlerken 50 bölümlük birkaç sezon olmasını istedim ve bence daha uzun olsaymış da olurmuş çünkü Bulut Kovuğu'nda aldıkları eğitimi bile ayrı bir dizi olarak izleyebilirdim.  Diziyi hiç duymayanlar için kısaca konusundan bahsedeyim önc...

Taylor Swift - Fearless (Taylor's Version) Albüm Yorumu

Herkese merhaba! Taylor Swift'in aniden duyurduğu albümlerle, her yere sakladığı gizli mesajlarıyla ve beklenmedik anda gelen projeleriyle kalbimize indirmesine artık çok alışmış olsam da Fearless Taylor's Version beni normalden de fazla heyecanlandıran bir albümdü ve bu upuzun albümün incelemesini yazmak için çıktığı andan itibaren sabırsızlanıyordum. 13 yıl önce çıkardığı bir albümü tekrar düzenleyip, üzerine bir şeylere katarak bir kez daha dinleyicilere sunmak ve yıllar öncesinin albümüyle listeleri alt üst edip başarıdan başarıya koşarak müzik tarihine adını kazımak kolay bir iş değil, fakat söz konusu Taylor Swift olunca pek de sürpriz olduğunu söyleyemem. Sonuçta karşımızda küçük yaşlarından beri kendi şarkılarını yazıp besteleyen ve gitarını elinden asla bırakmayan yaratıcı bir kadın var.  Big Machine Records'la olan skandalını belki duymuşsunuzdur, kendi yazdığı ve emek verdiği şarkılarının haklarının elinden alınmasıyla çok büyük bir sarsıntıya uğradı. Ancak çoğu ...

Taylor Swift - Evermore Albüm Yorumu

 Herkese merhaba! Sonunda Evermore albümünü üzerine bir şeyler söyleyebilecek kadar dinleme ve anlama sürecimi bitirdim... Taylor Swift'in Folklore albümünün kız kardeşi olarak tanımladığı Evermore yine kimsenin beklemediği şekilde sürpriz olarak pat diye duyuruldu ve geldi. Daha albümün konsept fotoğraflarından bile beklentim aşırı yüksek olduğu için albüme aşık olmama hiç şaşırmadım. Tıpkı Folklore gibi sözleriyle, lyric videolarının güzelliğiyle, temasıyla ve melodileriyle baştan aşağı estetik bir albüm. Folklore dinlerken hissettiğim güzel bir şiir kitabı okuyormuşum hissi bu albümü dinlerken de geçerli oldu. Siyah-beyaz ağırlıklı temalı kız kardeşinin aksine Evermore bizi renkli bir dünyaya davet ediyor, ancak bu tabii ki şarkıların birbirinden çok kopuk olduğu anlamına gelmiyor çünkü aslına bakılırsa iki albüm bir kağıdın iki yüzü gibi olmuş tam anlamıyla. Folklore bana yazın sonları ve sonbahar havası verirken Evermore kış ve ilkbaharın başları gibi hissettirdi ve bu bütünlü...