Ana içeriğe atla

Yumi's Cells Dizi Yorumu

Merhabalar!

Bazen bir dizi izlediğinizde son sahneden sonra boş ekrana bakıp iyi mi yoksa kötü mü olduğuna bir türlü karar veremezsiniz ya, işte Yumi's Cells benim için tam olarak o dizi. Dizinin uyarlandığı webtoon'u dizi yayınlanmadan önce okumasam da hakkında genel anlamda olumlu şeyler duyduğumdan ve Kim Go Eun'un oyunculuğunu oldukça başarılı bulduğumdan beklentilerim çok da düşük değildi fakat dizi ilerledikçe giderek sıkılmaya ve yazının ilerleyen kısımlarında bahsedeceğim sebeplerden ötürü biraz da sinir olmaya başladım. Ancak tuhaf bir şekilde dizi bana yer yer inanılmaz durağan gelse de izlerken hiçbir zaman saate bakma gereği duymadım. Webtoon'un konusu hakkında detaylı fikrim olmadığından ve dizinin konusunu da okumadığımdan son bölümde çok farklı bir son beklerken şaşkınlığa uğrayınca dizi hakkındaki olumsuz düşüncelerimin bir kısmı değişti, durum böyle olunca da arada kaldım. 

Şu an yazarken bile diziyi bir ve on arasındaki bir skalada tam olarak nereye koyacağımı kestiremiyorum ama belki de buna gelmesi planlanan ikinci sezondan sonra karar vermem daha kolay olacaktır. Her neyse, girişte lafı bu kadar uzattıktan sonra beklendiği etkiyi tam olarak uyandıramayan bu dizinin kısaca konusundan bahsedelim. 

Basitçe anlatmak gerekirse dizide 32 yaşındaki Kim Yumi'nin hepimizin az çok kendimizden bir şeyler bulabileceği günlük hayatını ve kafasının içinde kelimenin tam anlamıyla savaş veren hücrelerini izliyoruz. Evet, hani bazen deriz ya "kafamın içindeki düşünceler karmakarışık" ya da "beynimin içi savaş alanı gibi sanki" diye, işte Yumi'nin kafasının içinde gerçekten de durmadan hareket halinde hücreler var. Hücre dediysem de böyle sevimli mavi bir tulum giymiş, sağa sola koşuşturan, ara ara yaşadıkları köyü birbirine katan ve her birisi ayrı bir konudan veya duygudan sorumlu olan hücrelerden bahsediyorum, bir nevi Şirinler gibi yani. İşini asla doğru düzgün yapmayan moda ve temizlik hücresinden tutun da ölmüş matematik hücresine, uzun süredir inzivada olan tatil hücresine, bir süredir komada olan aşk hücresine ve iyi dost olmalarına rağmen aynı zamanda daimi bir çatışma içinde olan mantık ve duygu hücresine kadar hepsi Yumi'nin kafasının içindeki bir köyde yaşıyor. Bu açıdan dizi aynı zamanda da bir animasyon dizisi ve bu konuda çizimleri ve seslendirmeleri gayet başarılı buldum. 
Ama burada minik bir parantez açmak istiyorum, diziyi bitirdikten sonra olacakları merak ettiğim için webtoon'u okumaya başladım ve şimdilik okuduğum kadarıyla hücrelerin diyaloglarını çizim olarak görmek çok daha keyifli. Bunun sebebi de her ne kadar hücreler dizide başarılı tasvir edilse de diziye aslında 60-70 dakika sürecek bölümlerin fazla gelmesi ve bu nedenle hücrelerin de sırf süre dolsun diye izleyiciyi biraz sıkacak kadar sık gösteriliyormuş gibi hissettirmesi. İzlerken bana zaman zaman hücrelerin arasında geçen olaylar ve diyaloglar bizim dizilerdeki bakışma sahneleri gibi sadece belirlenen süreyi doldurmak amacıyla gösterilmiş gibi geldi, fakat aynısını webtoon'u okurken hissetmiyorum mesela. Bence dizinin bölümleri 40 dakika civarında tutulsaymış izleyici için daha keyifli olabilirmiş çünkü bazı bölümler 70 dakika ve siz izledikten sonra kendinize "bu bölümde ne oldu şimdi" diye sorduğunuzda somut hiçbir şey göremiyorsunuz. Bir bakıma dizide esas bir olay yok. 
Tabii ki bu "her bölümde sürekli aksiyon olsun, her dizi olaylı olmak zorundadır" demek değil ancak Yumi's Cells'in durağanlığı bir noktadan sonra insanı sıkacak bir boyuta ulaşıyordu bana kalırsa. Yani günlük hayatın tekdüzeliğinden sıkılıp kendinizi kurgusal bir dünyanın içinde kaybetmek istiyorsanız Yumi's Cells kesinlikle aradığınız dizi değil. En azından posterlerden çok daha renkli ve eğlenceli bir şeyler bekleyen ben kendi adıma biraz hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. 
Bunun yanında biraz da artı yönlerinden bahsetmek gerekirse son bölümü izleyene dek kafamda tam olarak bir noktaya oturtamasam da dizi tüm o sıradanlığına rağmen güzel noktalara değiniyordu. Mesela ilk bölümde hayatının anlamını, yaşama amacını, tüm umudunu ve mutluluğunu yitirmiş Yumi'nin aslında sırf yalnızlıktan korktuğu ve bunaldığı için tutunacak bir şeyler araması ve bu nedenle de pek çok insanın yaptığı gibi onu tekrar yaşama bağlayacak birini araması çok gerçekçiydi. İzlerken bile Yumi'nin hem Ugi'den hem de Woong'dan sırf bir neden aradığı için hoşlandığını, aslında gerçekten aşık olmadığını anlayabiliyordunuz bence. Yumi dizide de gördüğümüz üzere hayatına giren insanı direkt hayatının merkezine koyan, tüm dünyasını onun etrafında yeniden şekillendiren, varını yoğunu ona adayıp bir süre sonra kendini ve bir birey olarak dünyasını yitiren bir karakter ve eminim ki bu konuda hiç de yalnız değil. 
Hayatında eksikliğini hissettiği şeyleri birine duyduğu aşkla örtmeye çalışması kolaylıkla empati yapılabilecek bir durum olsa da kendinden çok fazla ödün vermesi, gerçekleri görmeme konusundaki ısrarı ve tepkilerini gerektiği gibi ortaya koyamıyor olması izlerken ara ara sinirimi bozdu, fakat genel anlamda dizide asıl sinir olduğum şey kesinlikle Woong karakteriydi. O umursamazlığı, duygusuzluğu, Yumi'ye ilk başlarda bir anlık beğeniyle tapıyormuş gibi davranıp sonra hayatının çok uzak bir köşesinde yer alan öylesine biriymiş gibi davranıp asla hiçbir şeyini paylaşmaması öyle sinir bozucuydu ki... Tabii dizi bize aslında başarısız bir ilişkiyi çok güzel anlatıyordu. Birbirini aslında öyle çok da sevmeyen, hayatlarındaki boşluğu doldurmaya çalışırken oluşan bir alışkanlıktan ötürü gelen bir duyguyla ısrarla işleri bir şekilde yürütmeye çalışan ve bu sıkıcı döngünün içinde kaybolup giden iki insandı Woong ve Yumi. Hayatın görmezden gelmeye çalıştığımız gerçekçi, biraz da can sıkıcı yönünü yansıtıyorlardı. 
Bir bakıma dizi ilk görüşte aşkla hayatın bir anda tozpembe olması ve her şeyin sonsuza dek bir masal edasıyla sürmesi klişesini de eleştiriyordu. Çünkü hayatından bıkmış, hiçbir ilişkisi yolunda gitmeyen ve yalnız kadın klişesi çoğu yapımda gördüğümüz bir şey, ancak genelde dizilerde ve filmlerde izlediğimiz kısmı o kadının "beyaz atlı prens" tarafından kurtarıldıktan sonra bir rüyayı andıran dünyanın kapısını aralaması oluyor. Ama Yumi görücü usulüyle tanıştığı ve ilk görüşte "işte sonunda o kişiyi buldum" diye düşündüğü insanla hiç de hayalindeki o sonu yakalayamıyor. Buna rağmen ilk başlardaki pırıltılar yok olduktan sonra bir şeylerin ters gittiğini içten içe fark etse de görmezden gelmeye çalışarak aslında gitmeyen bir şeyi zorla ittiriyor ve derken kaçınılmaz son gelip çattığında hayatını tamamen o kişiye adadığı için geriye kendine dair hiçbir şey kalmadığını görüyor. 
Haliyle yalnızca iş rutini ve Woong'dan oluşan dünyasından geriye yalnızca iş rutini kaldığında günün geri kalanında ne yapacağını bilemeyip bocalıyor. Hatta sonrasında önceki hayatında neler yaptığını anımsayamadığı için günlüğüne bakıyor ama sadece çektiği aşk acılarını görüyor. Bu noktada dizinin bize göstermek istediği gerçekten hoşuma gitti çünkü Yumi mutluluğu ve hayatın anlamını sadece başka bir insana bağladığı için aslında hiçbir zaman gerçek anlamda kendi dünyası olmuyor; bir birey olarak var olamıyor. Hayatına birileri girdiğinde gününü, özel hayatını, kendini, evini ve hatta tüm benliğini o kişiye göre uydurup geriye kalan zamanlarda da yalnızca sefalet içinde acı çekiyor ve acısı biraz hafiflediğinde tekrar bir arayışın içine düşüyor. Kendi kendine varlığını dünyada görünmez bir hayalete çeviriyor bir nevi.  
Bunları fark edince bir birey olarak kendini var etmeye ve bu kez birilerini aramadan mutluluğu yakalamaya çalışıyor; spor yapıyor, ailesini ziyaret ediyor ve nihayet uzun süredir çoktan vermesi gereken gecikmiş o kararla burun buruna geliyor. 
Siz tam "işte, sonunda, hadi Yumi" derken bu kez ayrılacakları sahnede Yumi içinden Woong ne derse o doğrultuda hareket etmeye karar veriyor ve hatta Woong ayrılmak isteyince ondan vazgeçmemek için yalvarma kartını oynuyor... Bu noktada yine sinirleniyor ama öte yandan onu az çok anlıyorsunuz; Yumi kendini hiçbir zaman bir birey olarak var edemediği için içine düşeceği o yalnızlık ve belirsizlikten korkuyor. En azından Yumi'nin hayatında nihayet kırılma noktasına geliyoruz ve esasen bu da ayrıca dikkatimi çeken bir nokta oldu; zira dizilerde, filmlerde ve kitaplarda özellikle de söz konusu romantik ilişkiler olduğunda bu tarz kırılma noktaları çoğu zaman 30lu değil de 20li yaşlarda gerçekleşir. Siz de 30lu yaşların bir şeyleri yoluna sokmak için çok geç olduğunu, 30 yaşında her şeyin çoktan bir düzene oturmuş olması gerektiğini düşünürsünüz. Ancak aslında 32 yaşında bir kadın olarak Yumi'nin aşk hayatı hatta genel olarak hayatı hâlâ sallantıdadır ve işlerin düzelmesi için hiç de geç değildir. Sonuçta hayat filmlerdeki gibi değil ve insanlar birlikte olmaları gereken o "ideal" kişiyi her zaman 18 veya 20 yaşında bulmuyor.
Kısaca dizide gördüğümüz üzere bazen Yumi gibi birlikte olduğu kişiye tüm hayatını adayanlar ve hayatının öncelik sıralamasının ilk on maddesine de kendini yazan bireyler bir araya geliyor ve iki uç noktanın da aslında ne kadar yaralayıcı olduğunu görüyoruz. Tabii her ne kadar gördüğümüz kadarıyla Woong'un öncelik sıralamasında ilk on madde kendisi olmasa ve hatta son bölümlere doğru birinci sırayı "sözde" Yumi alsa da ben bunu ısrarla reddediyorum. Woong'un bırakın on maddeyi, yirmi maddelik listesi olsa Yumi'yi ekleyeceğinden şüphe ettim izlerken... Tabii bir yapımda tüm karakterleri sevmek gibi ütopik beklentilerim de yok zaten, sonuçta Woong da bencilliği, duygularını yansıtmaktaki beceriksizliği, düşüncesizliği ve içten içe yenemediği egosuyla gayet hayatın içinden bir karakterdi. 
Umuyorum ki ikinci sezonda Yumi yeni bir aşka yelken açmadan önce mutluluğu kendi kendine bulduğunu, kendi hayatının merkezinde kendisi olması gerektiğini fark ettiğini ve kendine hak ettiği değeri biraz olsun verdiğini görürüz. 
Eh, sanırım 512 bölümlük webtoon'un 20. bölümünü geçtiğim düşünülürse en azından ben ikinci sezonu beklemeden bunu göreceğim. 










Yorumlar

  1. O kadar güzel noktalara değinmişsin ki yazılarını okurken aynı zamanda hayat dersleri de alıyoruz sanki🥺🥺💞💞

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popular Posts

The Untamed Dizi Yorumu

Herkese merhaba! Yıl sonunu çok sevdiğim bir diziden bahsederek kapatmak ve herkese mutlu yıllar dilemek istedim. The Untamed bir süredir izlemek istediğim ancak bölüm sayısı fazla olduğu ve daha önce herhangi bir Çin yapımı izlemediğim için sürekli ertelediğim bir diziydi. Dizinin konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu, sadece bir novel uyarlaması ve BL temalı olduğunu biliyordum. 50 bölüm gözümde çok büyüdüğü için sürekli erteledim ve itiraf etmek gerekirse Çince kulağıma önceden pek hoş gelmediği için ön yargılarım vardı. Fakat diziyi bitirdikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki ön yargılarım aslında gereksizmiş. Diziye başlarken 50 bölümü gözünde büyüten ben, 10 bölümü izledikten sonra keşke dizi daha uzun olsaymış demeye başladım, hatta son bölümü izlerken 50 bölümlük birkaç sezon olmasını istedim ve bence daha uzun olsaymış da olurmuş çünkü Bulut Kovuğu'nda aldıkları eğitimi bile ayrı bir dizi olarak izleyebilirdim.  Diziyi hiç duymayanlar için kısaca konusundan bahsedeyim önc

The Flower of Evil Dizi Yorumu

Herkese merhaba, The Flower of Evil'ı yeni bitirdim ve bitirir bitirmez hemen yorumunu yazmak istedim çünkü inanılmaz iyiydi ve izlerken her bölümünden ayrı keyif aldım. Bilmeyenler için dizinin konusunu ve merak edenler için tanıtımını  aşağı bırakıyorum ve sonrasında spoiler içeren yorumuma geçiyorum. Dizi, karanlık geçmişini gizleyen ve başka birinin kimliği altında yaşayan bir adam ( Lee Joon-Gi ) ile o adamın (kocasının) peşine düşen bir dedektifin ( Moon Chae-Won ) etrafında dönmektedir. Öncelikle diziye başlama sebebim dizi hakkında okuduğum iyi yorumlar, Lee Joon-Gi'nin oyunculuğu ve dizideki kızıyla paylaştığı fotoğrafları görmem oldu. Başlarken çok yüksek beklentilerim yoktu fakat dizi daha ilk bölümünden bile merak uyandırdı ve beni içine çekmeyi başardı. Kore dizileri izlemeye karantina döneminde başladım ve açıkçası çok fazla ön yargım vardı, çoğu insan gibi ben de İngiliz ve Amerikan dizileri izlemeye alışık olduğumdan bir Kore dizisi izlemek hiç de cazip gelmiyor

Edgar Allan Poe - Bütün Şiirleri // Kitap Yorumu

 Herkese merhaba, Aslına bakılırsa bu yazıyı uzun bir süredir yazmayı planlıyor olduğum halde nasıl yazacağımı bir türlü tasarlayamadığım için erteliyordum. Şiir tutkunu olduğumu söyleyemem, fakat hoşuma giden şiirleri ve sevdiğim yazarların derlemelerini okumayı severim. Edgar Allan Poe kullandığı imgeler ve kafanızda çizdiği soyut resimlerle okumaktan keyif aldığım yazarlardan birisi. Bu nedenle daha kitabın kapağını açarken bile beni içine çeken dünyanın hoşuma gideceğinden emindim. Şiirler hakkındaki yorumuma geçmeden önce İthaki Yayınları'ndan çıkan derlemeyi okudum ve çevirisinin çok başarılı olduğunu söyleyemem açıkçası. Elbette çeviri yapmak, özellikle de şiir çevirisi yapmak oldukça zor bir iş, ama yine de çok daha iyi olabilirmiş diye düşünmeden edemedim. Neyse ki bir tarafta orijinal dil, diğer tarafta çeviri olacak şekilde basmışlar, bu yüzden de çok problem olmadı.  Şiirlerin hepsini eşit derecede sevdiğimi söyleyemem tabii ki, içlerinde hoşuma gitmeyen şiirler de oldu