Ana içeriğe atla

Before Serisi Film Yorumu

Merhabalar, 
Bugün birinci filmini kesitleri göre göre izlemiş kadar olduğum, herkesin az çok bir yerlerde rastladığı, ancak yarısından fazlasının *istatistiklerime tamamen güvenebilirsiniz* üçlemeyi tamamlamadığı bir film serisinden bahsedeceğim biraz. 
Before serisinin adını hiç duymadıysanız bile muhtemelen repliklerini veya kesitlerini görmüşsünüzdür, özellikle de “Şu hayatta yaptığımız her şeyi biraz daha sevilmek için değil mi?” ya da 2019 Notre Dame yangınında popüler olan "Notre Dame'ın da bir gün yok olacağını düşünmek zorundasın" repliğine mutlaka rastlamışsınızdır en azından.
Uzun süredir benim de listemde olsa da filmlerle pek aram olmadığından epey erteledim ve yaklaşık iki hafta önce her gün bir filmini izleyerek üç günde seriyi bitirerek biraz depresif düşüncelerle boşluğa bakarken buldum kendimi.
Üçlemenin filmleri 9 yıl arayla çekilmiş, bu yüzden oyunculardaki değişimi gerçekçi bir şekilde görmek diyalogların, atmosferin, dinamiklerin ve önceliklerin değişimine tanıklık etmeyi daha da ilgi çekici hale getiriyor. Bir yandan karakterlerin zamanla nasıl olgunlaştığını izlerken öte yandan da oyuncuların yaş aldıkça yeteneklerinin gelişimini fark etmek ikisini paralel hale getirdiğinden seriyi izlemek ayrıca keyifliydi. Eh, tabii biraz da zamanın acımasızlığını ve hayatın gerçekliğini izleyicinin adeta gözüne soktuğu için hüzünlüydü de.
Serinin ve üçlemenin ilk filmi, aynı zamanda da en popüleri olan Before Sunrise 1994 yazında bir tren yolculuğuyla başlıyor. Trende herkesin içinde rahatsız edici bir şekilde kavga eden çiftten uzaklaşmak için yer değiştiren Celine, hayatını tamamen değiştirecek olan Jesse'yle tanışıyor ve ikili kısa fakat derin bir sohbetin ardından ortaya çıkabilecek tüm riskleri göz ardı ederek trenden birlikte inmeye ve geceyi birlikte geçirerek sonrasında birbirlerine sonsuza dek veda etmeye karar veriyor. 
Onlar tüm gece boyunca birlikte Viyana sokaklarında gezip sohbet ederken biz de aynı zamanda onlarla birlikte bir gezintiye çıkıyor ve hiç bilmediğimiz bir şehirde turistmişiz gibi hissediyoruz. 
Ki zaten bana kalırsa filmin masalsılığı daha bu noktadan başlıyor. Hiç tanımadığın biriyle rastgele bir tren yolculuğunda tanışıp ona güvenerek hiç bilmediğin masalsı bir şehirde rüya gibi bir gece yolculuğuna çıkmak ve hayatının aşkıyla kitaplardan fırlama bir şekilde tanışmak hepimizin bir noktada hayallerini süsleyen ve hayatın gerçeklerini göz ardı ettiğimizde ayaklarımızı yerden kesen çılgınca bir düşünce. Ve elbette özellikle de Jesse ve Celine kadar genç ve umutlarla dolu bir hayalperestsek bu peri masalına tam olarak kendimizi kaptırıyoruz. Ayrıca o zamanlar teknolojinin bu kadar gelişmemiş olmasıyla insanların birbirine ulaşmasının daha zor olması fakat daha sağlıklı iletişim kurabilmeleri de film çıktıktan 25-26 sene sonra izleyince ister istemez insanın dikkatini çeken hoş bir detaydı. 
Açıkçası 22 yaşında olduğum için 23 yaşındaki karakterlerle daha kolay empati kurabiliyor olmam mı yoksa çoğu kişi gibi hayatın üzücü gerçeklerini köşeye iten masalsı hikayeler benim de daha çok ilgimi çektiği için mi bilmiyorum ancak Before Sunrise üçleme içindeki açık ara farkla favori filmimdi. 
Tam da filmlerde görebileceğimiz gibi hiç bilmedikleri bir şehirde karşılarına ne çıkacağını bilmeden plansız ve kısa bir yolculuğa çıkan iki yabancının keyifli sohbetleri, birbirlerini tanımaya çalışmaları, anın heyecanı ve gecenin sonuna doğru birbirlerine veda edecek olmalarının üzüntüsüyle karmakarışık olan hisleri ve yirmili yaşların başında olmanın verdiği, hayata karşı takınılan tavırdaki hayalperestlik çok iyi yansıtılmıştı. Edebiyat, sanat ve çevreyle ilgilenen, kendi ayaklarının üzerinde durmayı amacı haline getirmiş ve dünyayı daha iyi bir yere çevirme arzusuyla yaşayan üniversite öğrencisi Celine ve kendinin de esprisini yaptığı gibi Amerikalı bir gencin özelliklerini yansıtan, biraz umursamaz biraz da alaycı -ve yazar- Jesse olaylara zaman zaman bambaşka yerlerden baksa da farklılıkların onları ulaştırdığı bir ortak noktada buluşmalarını izlemek çok güzeldi. 
Ayrıca film birbirini hiç tanımayan iki insanın aslında konuşabileceği ne kadar çok şey olduğunu da insanı gülümseten bir şekilde gösteriyordu bana kalırsa çünkü genelde tanımadığımız birisi söz konusu olduğunda "Ne konuşacağız ki şimdi? Birbirimizi tanımıyoruz bile" diye düşünürüz, ama öte yandan birine yabancı olmak aynı zamanda konuşacak çok fazla şey var demektir. Jesse ve Celine de barlarda, sokaklarda ve parklarda gezerken, şehrin sokaklarında kaybolurken aynı zamanda belki de hayatlarında ilk kez kendilerini buluyorlar ve belki de daha önce kimseyle konuşmadıkları kadar birbirleriyle konuşuyorlardı. Elbette bu düşünce filmin de kendisi gibi fazlasıyla masalsı zira sonuçta öylesine bir tren yolculuğunda hayatınızın aşkına denk gelip büyüleyici bir şehirde peri masalından fırlama bir gece yaşama olasılığınız çok ama çok düşük, fakat filmi güzel yapan da bu zaten. Muhtemelen başımıza asla gelmeyecek bir şeyi yüzümüzde kocaman bir gülümsemeyle izleyebilmek ve açık uçlu sonuyla ikinci filmi izleyene dek kafamızda onlar için sonsuz olasılık yaratabilmek... Kısacası Before Sunrise'da Cinderella'nın gece yarısından sonra her şey eski haline dönmeden ve araba tekrar koskoca bir balkabağına dönüşmeden önceki peri masalını izliyorduk.
İkinci filmde ise elbette aradan dokuz yıl geçmesiyle artık yirmili yaşların gerçekten kopukluğunu bir kenara bırakmış ve hayatla yavaş yavaş yüzleşmeye başlamış iki insanın değişimi vardı. Birinci filmde sanattan, edebiyattan, müzikten, dünyadan ve çevreden konuşmalarını daha çok sevsem de bu filmde de yine insanı düşündüren, keyifli ve uzun bir diyalog üzerine kurulu olduğundan izlemesi acı tatlı bir his yarattı bende. Tekrar buluşmaya söz vermiş iki insanın hayatın aksilikleriyle yollarının ayrılması ve seneler sonra yeniden bir araya geldiklerinde işlerin hiç de eskiden bıraktıkları gibi olmaması ve birinci filmin sonunda kafamızda kurduğumuz senaryoların gerçekleşmediğini öğrenmek hem güzel hem de üzücüydü. Muhtemelen tek film olsaydı çoğumuz kafamızda sözleştikleri gibi buluştuklarını ve sonsuza dek mutlu yaşadıklarını falan hayal edecektik, en azından büyünün bozulmaması için ben öyle yapardım sanırım. 
Fakat bu filmde pişmanlıklar ve gerçeklikler vardı, hayatın görmezden gelmeye çalıştığımız yüzü gösteriliyordu. Jesse birinci filmde anlattığı gibi maceralarla dolu özgür bir hayata atılmak yerine yaşadıklarından esinlendiği kitabını çıkarmış başarılı bir yazar fakat mutsuz bir evlilik yapmış bir adamdı, Celine ise birinci filmdeki gibi dünyayı iyi yönde değiştirmekten çok kendi derdine düşmüş ve mutsuz ilişkilerinin ardından yapayalnız kalmış ve kaybolmuş bir kadındı. Üstelik geçmişe bakıp "keşke geri gidip sadece ufak bir anı değiştirebilseydik" demenin de hiçbir faydası yoktu. Ayrıca bence Jesse, Celine ile tanışmalarını biraz değiştirerek bir kitap haline getirdiği için kitaplardan fırlama, masalsı birinci filmin gerçekten de sonsuza dek sayfaların arasında rüya gibi bir aşk hikayesi olarak kalması işin ironik yanıydı. 
Ancak ikinci filmde peri tozlarının tamamı da sönmüş değildi bana kalırsa. Sonuçta ayrı yollarda ilerlemiş iki insanın seneler sonra tekrar Paris'te karşılaşması ve işler çok farklı olsa da bir şekilde yeniden bir araya geldiklerinde hislerinin tekrar alevlenmesi yine de fazlasıyla romantik bir düşünce. Çünkü genelde gerçek hayattan daha acımasız şeyler bekliyoruz ve filmin sonu bunun yerine bizi gülümsetiyor. 
Filmin yine açık uçlu bir şekilde bitmesi de çok güzeldi -tabii ki üçüncü filmi izleyip gerçekler tokat gibi çarpıncaya dek...
Üçüncü film ise bir kez daha dokuz sene sonrasına gittiğimiz ve bu sefer hayatın gerçek yüzünü olduğu gibi önümüze serdiği için izlerken zaman zaman neredeyse kapatmak istediğim bir serüvendi benim açımdan. Elbette böyle demem filmin başarısız olduğu anlamına gelmiyor, tam aksine her şeyi çok iyi yansıttıkları için izlemek bu kadar zordu. Artık ebeveyn olan çiftin sorumlulukları, Jesse'nin ilk evliliğinden olan oğlunun aralarında problem yaratması, aslında hiç de evlilik insanı olmayan Celine'in umutlarını ve tahammülünü kaybedip bunalım içinde kendini yitirmesi, Jesse'nin her şeyi dengelemeye çalışırken yıpranması ve klasik birine dönüşmesi, aralarındaki aşkın büyüsünü kaybetmesi ve durmadan tartışmaları izlerken beni gerçekten yordu. Üstüne arka arkaya her gün bir film izleyerek seriyi tamamladığım için yaşlandıklarını çok net şekilde görebilmek de üzücüydü. Her ne kadar her yaşın ayrı güzelliği olduğu söylense de tabii ki yirmili yaşlarda ne kadar umut dolu ve dinamik olduklarını gördükten sonra kırklı yaşlara gelince bunalmış ve yıpranmış olduklarını seyretmek zordu. 
Tabii belki de seneler sonra filmi tekrar izlesem çok daha farklı düşünürüm çoğu konuda.
Her şeye rağmen filmdeki diyaloglar ve ikilinin dinamiği yine çok güzeldi. Ethan Hawke ve Julie Delpy sahiden de kırklı yaşlarının başında, birbirlerini yıllardır tanıyan iki çift gibilerdi, ayrıca üçüncü filmde ikisinin de oyunculuğu zirvedeydi bence. 
Filmi en iyi tanımlayan sahne ise bana göre günbatımını izledikleri yerde güneş batana dek seyretmeleriydi; gençlik günleri ve tutku dolu duygular gittikten sonra yavaş yavaş karanlığın çökmeye başlaması gibiydi film. Ancak elbette filmin sonuna doğru ettikleri büyük kavganın ardından güneş tamamen battığında kendisinden ayrılan Celine'in gönlünü almaya giden Jesse ve bir şekilde tekrar birbirlerine gülümsemeleri de karanlık çöktükten sonra bile hâlâ yaşanacak güzel günler olduğuna işaretti. Ayrıca film birini ne kadar değiştirmeye çalışırsanız çalışın günün sonunda içinizdeki sevgiye tutunup onu olduğu gibi kabul etmeyi başarmaktan başka bir seçenek olmadığını da gösteriyordu. Çünkü filmde de gördüğümüz gibi insan ilişkileri hiçbir zaman ilk tanışma anında olduğu gibi değil ve iki insanın bir arada kalabilmesi yeri geldiğinde büyük fedakarlıklar ve anlayış istiyor.
Filmin sonunda ise bir nevi birinci filmin başlarında ikili tanışırken Jesse'nin Celine'i ikna etmek için sorduğu sorunun dolaylı yoldan cevabını görüyoruz. Jesse, Celine'i onunla bir yolculuğa çıkmaya cesaretlendirmek için "yıllar sonra evli olduğunda belki mutsuz bir hayatın olur ve eğer teklifimi kabul edersen geriye dönüp baktığında 'acaba o adamla gitseydim her şey daha mı iyi olurdu' diye düşünmene gerek kalmaz çünkü cevabı zaten biliyor olursun" tarzında bir şey diyordu. Yaklaşık yirmi sene sonra ise ikisi evlenip tıpkı Celine'in kaçmak için trende yerini değiştirdiği ve olmaktan çok korktukları durmadan tartışan o çifte dönüştüklerinde bu soru izleyicinin yüzünde buruk bir gülümsemeye neden oluyor. Çünkü Celine o gün Jesse ile trenden hiç inmeseydi belki Jesse'yi hiç hatırlamayacaktı, belki de hatırlayacaktı ve kafasında hep belirsiz ve güzel bir ihtimal olarak kalacaktı ya da o geceden sonra bir daha yolları hiç kesişmese Celine mutsuz olduğunda Jesse ile geçirdikleri o gece onun kaçış noktası olacaktı. Jesse'yle birlikte olsa hayatının aşkını bulacağına ve hep mutlu olacağına inanacaktı, ne zaman hayal kırıklığına uğrasa kaçırdığı ve kafasında idealize ettiği bu şansı düşünecekti. Fakat üçüncü filmde gördüğümüz gerçeklik bundan çok farklıydı. 
Jesse ve Celine hayatlarının aşkını bulmalarına rağmen birinci filmin başında trende sürekli anlamsızca tartışan o çifte dönüştüklerinde işlerin hiç de dışarıdan bakıldığı gibi olmadığını gördüler. En başında kaçmaya çalışırken günün sonunda öyle bir çifte dönüşseler de arada hâlâ paylaşılacak bir şeyler ve dışarıdan bakan kimsenin göremeyeceği yaşanmışlıklar vardı.
Kısaca Before Serisi gerçekten de deniz kenarında oturup yirmi dört saat boyunca aralıksız bir şekilde ufka bakarak gökyüzünün ve etrafın değişmesini izlemek, her anın ayrı güzelliğine ve hiç bitmeyeceğiniz o zamanın uçup gidişine şahit olmak gibiydi. 
Yorumu burada bitirirken söylemezsem olmaz; internette birkaç farklı şey okudum ama dördüncü film gelir mi veya gelirse ne zaman gelir bilemiyorum çünkü gelecekse bile olması gerektiği gibi 2022'de olmayacakmış galiba, ancak çok iyi bildiğim bir şey varsa o da 50li yaşlardaki Celine ve Jesse'yi izleyip üzülmeye hiç hazır olmadığım :")




Yorumlar

Yorum Gönder

Popular Posts

The Untamed Dizi Yorumu

Herkese merhaba! Yıl sonunu çok sevdiğim bir diziden bahsederek kapatmak ve herkese mutlu yıllar dilemek istedim. The Untamed bir süredir izlemek istediğim ancak bölüm sayısı fazla olduğu ve daha önce herhangi bir Çin yapımı izlemediğim için sürekli ertelediğim bir diziydi. Dizinin konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu, sadece bir novel uyarlaması ve BL temalı olduğunu biliyordum. 50 bölüm gözümde çok büyüdüğü için sürekli erteledim ve itiraf etmek gerekirse Çince kulağıma önceden pek hoş gelmediği için ön yargılarım vardı. Fakat diziyi bitirdikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki ön yargılarım aslında gereksizmiş. Diziye başlarken 50 bölümü gözünde büyüten ben, 10 bölümü izledikten sonra keşke dizi daha uzun olsaymış demeye başladım, hatta son bölümü izlerken 50 bölümlük birkaç sezon olmasını istedim ve bence daha uzun olsaymış da olurmuş çünkü Bulut Kovuğu'nda aldıkları eğitimi bile ayrı bir dizi olarak izleyebilirdim.  Diziyi hiç duymayanlar için kısaca konusundan bahsedeyim önc

The Flower of Evil Dizi Yorumu

Herkese merhaba, The Flower of Evil'ı yeni bitirdim ve bitirir bitirmez hemen yorumunu yazmak istedim çünkü inanılmaz iyiydi ve izlerken her bölümünden ayrı keyif aldım. Bilmeyenler için dizinin konusunu ve merak edenler için tanıtımını  aşağı bırakıyorum ve sonrasında spoiler içeren yorumuma geçiyorum. Dizi, karanlık geçmişini gizleyen ve başka birinin kimliği altında yaşayan bir adam ( Lee Joon-Gi ) ile o adamın (kocasının) peşine düşen bir dedektifin ( Moon Chae-Won ) etrafında dönmektedir. Öncelikle diziye başlama sebebim dizi hakkında okuduğum iyi yorumlar, Lee Joon-Gi'nin oyunculuğu ve dizideki kızıyla paylaştığı fotoğrafları görmem oldu. Başlarken çok yüksek beklentilerim yoktu fakat dizi daha ilk bölümünden bile merak uyandırdı ve beni içine çekmeyi başardı. Kore dizileri izlemeye karantina döneminde başladım ve açıkçası çok fazla ön yargım vardı, çoğu insan gibi ben de İngiliz ve Amerikan dizileri izlemeye alışık olduğumdan bir Kore dizisi izlemek hiç de cazip gelmiyor

Edgar Allan Poe - Bütün Şiirleri // Kitap Yorumu

 Herkese merhaba, Aslına bakılırsa bu yazıyı uzun bir süredir yazmayı planlıyor olduğum halde nasıl yazacağımı bir türlü tasarlayamadığım için erteliyordum. Şiir tutkunu olduğumu söyleyemem, fakat hoşuma giden şiirleri ve sevdiğim yazarların derlemelerini okumayı severim. Edgar Allan Poe kullandığı imgeler ve kafanızda çizdiği soyut resimlerle okumaktan keyif aldığım yazarlardan birisi. Bu nedenle daha kitabın kapağını açarken bile beni içine çeken dünyanın hoşuma gideceğinden emindim. Şiirler hakkındaki yorumuma geçmeden önce İthaki Yayınları'ndan çıkan derlemeyi okudum ve çevirisinin çok başarılı olduğunu söyleyemem açıkçası. Elbette çeviri yapmak, özellikle de şiir çevirisi yapmak oldukça zor bir iş, ama yine de çok daha iyi olabilirmiş diye düşünmeden edemedim. Neyse ki bir tarafta orijinal dil, diğer tarafta çeviri olacak şekilde basmışlar, bu yüzden de çok problem olmadı.  Şiirlerin hepsini eşit derecede sevdiğimi söyleyemem tabii ki, içlerinde hoşuma gitmeyen şiirler de oldu