Ana içeriğe atla

The Promised Neverland Anime Yorumu

 Herkese merhaba!

Merak uyandırıcı ismiyle çok uzun süredir listemde olan ve nihayet iki sezonunu da izlediğim The Promised Neverland'den (Japonca adıyla Yakusoku No Neverland'den) bahsedeceğim bugün biraz. Toplamda yirmi ciltten oluşan bir manga uyarlaması olan bu serinin ilk beş cildi Türkçeye Gerekli Şeyler tarafından çevrildi ve kalanları sabırsızlıkla beklediğimi söylemek istiyorum öncelikle. Seri geçtiğimiz yıl final yapmış ve bildiğim kadarıyla bölümlerin hepsi internette mevcut, fakat söz konusu kitaplar, çizgi romanlar ve mangalar olunca alışılmıştan bir türlü kopamayan birisi olarak merakıma yenik düşüp okumayı düşünsem de baskıları çıktığı anda direkt alacağım çünkü övgü ağırlıklı bir yorum okumak üzeresiniz!

Tabii mangadan bağımsız olarak ikinci sezon hakkında ufak tefek eleştirilerim olacak, ancak bunun dışında The Promised Neverland bana "iyi ki izlemişim/okumuşum" dedirten bir seri oldu. 

Yoruma geçmeden önce konusundan kısaca bahsetmek gerekirse The Promised Neverland, Gracefield adını verdikleri ve dışarıdan son derece huzurlu, sessiz, sakin ve güvenli gözüken çiftlikte başlarında "Mama (anne)" ismini verdikleri bir büyükleriyle yaşayan çocukların aslında sandıklarından çok daha farklı bir amaç için yetiştirilmesini konu alıyor. 12 yaşına dek bu çiftlikte çeşitli kurallarla, derslerle ve sınavlarla büyütülen çocuklar en geç bu yaşta sözde bir koruyucu aileye teslim ederek çiftlikten ayrılıyor. Ancak sonradan öğreniyoruz ki işlerin iç yüzü hiç de sandığımız gibi değil. Kardeşleri olarak bildikleri kimseleri çiftliğin dışındaki güzel bir hayata uğurladıklarını sanan çocuklar, aslında onları insanlarla beslenen iblislere kurban ediyor ve içinde bulundukları sistem de bunun bir parçası. Mama adını verdikleri yetişkin kadınlar her şeyden haberdar bir şekilde küçük çocukları çeşitli aşamalardan ve testlerden geçerek büyütüyor, belirli bir yaşa getiriyor ve zamanı gelince ise "hasat" ediyor. Durum böyle olunca da çocuklar birer ürün değeri taşıdıklarından kaliteli olmaları için çok iyi yetiştirilmeleri gerekiyor.

Tabii çocukların hepsi bu perde arkasında olup bitenlerden bihaberken bir tesadüf eseri ana karakterlerimizden Emma ve Norman, Conny isimli arkadaşlarının eşyalarını toplayarak çiftlikten ayrıldığı gün tavşanını unutması üzerine peşinden giderken bu korkunç gerçekle yüzleşiyorlar. Gördükleri manzara üzerine şaşkına dönüp paniğe kapıldıktan sonra yaşlarının çok üzerinde bir olgunlukla sakinliklerini korumayı başarıp başta kendileri olmak üzere herkesi bu zalim düzenden kurtarmak için plan yapmaya başlıyorlar. 

Elbette bu iş hiç de öyle basit değil çünkü çiftlik Mama tarafından son derece sıkı bir şekilde denetleniyor. Mama yetiştirdiği "ürünler" hakkında düzenli aralıklarla merkeze rapor veriyor ve onlardan gelen talimatları dinliyor, zamanı gelince de ürünleri merkeze ulaştırıyor. Hal böyleyken ürün kalitesi bakımından önde gelen Gracefield çiftliğinden kaçmak ve bir zamanlar anneleri yerine koydukları bu kişiye sırt çevirip onun esas düşmanları olduğunu kabullenmek çocuklar için hiç kolay olmuyor. Emma ve Norman'ın plana başta Ray'i, sonra da diğer çocukları dahil etmesi üzerine işler giderek iyice içinden çıkılmaz bir hâl alırken heyecan doruğa tırmanıyor.

Manganın ilk beş cildini okuduğum ve birinci sezonda anime mangaya sadık kaldığı için ilk sezonu izlerken şaşırmadım, fakat okurken ters köşe olduğum birçok yer vardı; bu anlamda heyecanı tepe noktada tutma konusunda oldukça başarılı bir seri olduğunu belirtmeliyim.
Tabii bunda aynı zamanda ana karakterlerin katkısı da çok büyük, zira yaşlarından beklenmeyecek bir olgunlukla davranıp aslında gerçeklikten çok uzak bir profil çizseler de Emma, Norman ve Ray hem izlemesi/okuması çok keyifli, hem de içlerinde çok tutarlı karakterler. Aynı zamanda olay örgüsünün bu denli merak uyandıracak ve başarılı bir şekilde işlenmesinde aralarındaki bağın ve karakter farklılıklarının yarattığı dinamiğin de payı çok büyük.
Serinin başından sonuna dek çizgisini hiç bozmayan Emma aralarında daha idealist, barışçı ve duygusal olanı. Küçük çocukların yetiştirilip beyinleri belirli bir olgunluğa erişince iblislere kurban edilmesine dayalı bu düzeni fark ettiği andan itibaren ailesi olarak gördüğü herkesi alıp kaçmak istiyor ve bunu yaparken arkada tek kişiyi dahi bırakmaya niyeti yok. Bir plan yapar ve uygularken hedef olarak daima kendini değil de topluluğu görüyor. Tabii iş sıkı sıkıya korunan bir çiftlikten aralarında küçük bebeklerin ve çocukların da bulunduğu 30 küsur kişilik bir ekiple kaçmaya gelince hiçbir şey planlandığı kadar kusursuz gitmiyor çünkü fazla kişi demek daha fazla sorumluluk ve olası pürüz demek. Yine de bunların hiçbiri Emma'yı yıldırmıyor, serinin başından sonuna kadar dünyayı bir bütün olarak kurtarmaya odaklanıyor. 
Norman ise insan yetiştirme çiftliklerinin kurulduğu günden bu yana gelmiş geçmiş en dahi çocuk, bu nedenle de değeri iblisler için oldukça yüksek. Elbette bu aynı zamanda onu iblisler için bir rakip ve düşman haline de getiriyor çünkü keskin zekasıyla çok hızlı düşünüp plan yaparak karşısındakini hiç beklemediği şekilde vurabiliyor. Fakat buna rağmen bana kalırsa Norman üçü arasında en çabuk pes eden ve karamsar olanıydı, her ne kadar üstün zekalı olsa da idealleri Emma kadar yüksek veya amaçları Ray kadar keskin olmadığı için çabuk sarsılıyordu. Planları ilk sekteye uğradığında sevkiyat sırasının gelmesi üzerine Ray ve Emma'nın ısrarlarına rağmen sırf onlara bir şey olmasın diye kendini kurban etmesi hem çok fedakarca hem de biraz düşüncesizce bir hareketti çünkü birkaç ay fazla yaşayabilsinler diye küçük de olsa sonsuza dek özgürce yaşama ihtimalinden çok çabuk vazgeçti. 
Tabii gitme gününün geldiği bölüm animenin en duygusal kısımlarındandı ama buna biraz aşağıda değineceğim.
Ray ise zekasıyla Norman'a meydan okuyabilecek tek karakter olarak öne çıkarılıyor, fakat onun aksine daha keskin sınırları ve uğruna kendini feda edebileceği amaçları var. Emma'ya kıyasla olaylara daha benmerkezci, pragmatik ve mantık odaklı yaklaşsa da aslında bence karakterler arasında en duygusal olanlardan biri ve kişisel olarak benim de favorimdi. Beyaz çiftlik üniformasının içinde gotik emo duruşunu koruyabilmesi de çok sevimliydi. Gerçi genel olarak animedeki karakterlerin çizimi inanılmaz sevimliydi...
Ayrıca sırf intikam alabilmek için küçücük yaşta kendi omuzlarına çok ağır sorumluluklar yükleyip boyundan büyük işlere kalkışması, nefret etmesine rağmen intikam uğruna durmadan okuyup araştırması ve tüm hayatı boyunca içinde tutmak zorunda olduğu büyük bir yükle yaşaması karakteri çok güçlü kılıyordu. İzleyiciyi ters köşe yaparak Mama'nın casusu olduğunu itiraf etse de sonradan altından çok derin bir hikaye çıkması da oldukça etkileyiciydi. Ray gruptaki dengeyi ve gücü simgeliyordu bana kalırsa. 
Ayrıca Emma'nın aksine diğerlerinin engel olabileceğini düşünerek olabildiğince az kişi kaçmayı teklif etse de sonunda en mantıklı olan orta yolu bulabilmeleri güzeldi. 
Animenin en başarılı olduğu noktalardan birisi aralarındaki arkadaşlığı bize çok güzel yansıtabilmesiydi. Arada kan bağı olmadan aile olmanın ne demek olduğunu, yeri geldiğinde sevdiklerimiz için vazgeçmemiz gerekenleri, almamız gereken riskleri ve günün sonunda zaferleri ve yenilgileri aynı anda kabul etmeyi çok içten bir şekilde yansıtıyordu. 
Planları Mama tarafından fark edilip her şey tepetaklak olduğunda Norman'ın sevk edileceği sahnede geçmişin gösterildiği anlar çok dokunaklıydı. Küçükken birbirlerine destek oluşlarını, bardak telefonlarını ve vedalarını izlerken gözyaşlarımı zor tuttum... Birinci sezon, izleyiciyi durmadan diken üstünde tutan, geren, meraklandıran, gülümseten ve ağlatan çok keyifli bir yolculuktu. 
Ve ikinci sezona geçmeden tüm serinin -bana göre- en can alıcı ve etkileyici sahnesinden bahsetmek istiyorum biraz. Isabella ve Ray'in birbirlerinden sakladıklarını sandıkları gerçeklerle yüzleştikleri sahneden... Her çiftliğin bir annesi olduğunu biliyoruz ve Isabella da Emma, Norman ve Ray'in kaldığı çiftlikten sorumlu kişi. Başlarda çok ilgili ama aynı zamanda soğuk ve biraz da ürkütücü görünen bu karaktere karşı herkes gibi benim de karmaşık hislerim var. 
Elbette çocukların kaçış planını öğrenen Isabella bir anda herkesin nefretini toplayacak hareketlerde bulunmaya başlıyor, fakat hayatının buna bağlı olduğunu düşünürsek pek de sürpriz olmuyor tabii. Isabella'nın Ray'i yıllardır casusu olarak kullandığını öğrendiğimiz yetmiyormuş gibi bir de ikisinin asıl hikayelerini öğrendiğimiz çok çarpıcı bir kısım var. 
Normal insanların aksine Ray çocukluk, hatta bebeklik anılarının hiçbirini unutmamış ve dahası fetüs olduğu zamanları bile hatırlıyor. Tabii durum böyle olunca diğerlerinin aksine annesinin kim olduğunu da biliyor ancak birinci sezonun sonuna dek bunu fark etmiyoruz -müthiş tahminler yapabilen şanslı kişilerden biriyseniz bu gruptan değilsiniz, tebrikler-. 
Kaçışlarına engel olamayınca çocukların peşinden giden ve onları bir uçurumun karşı tarafında bulan Isabella onları durduramayacağını anladığı an iyi şanslar dileyerek geriye çekiliyor ve Isabella'nın da bir zamanlar o uçurumun kenarında dikilip imkansız görünen özgürlüğe baktığını ve sonrasında pes ederek durduğunu, fakat yine de yaşamayı seçtiğini görüyoruz. Zamanında tıpkı Emma, Ray ve Norman gibi Isabella da çiftlikte olup bitenlerin farkına varınca bir kaçış planı yaparak surların üzerine çıkmış ama onların aksine yapayalnız olduğundan hayatta kalabilmek adına özgürlüğünden vazgeçmek zorunda kalmış. Yine onlar gibi bir zamanlar Isabella'nın da Leslie adında bir arkadaşı varmış, çiftlikten ayrılacağı vakit geldiğinde Isabella her şeyi bile bile ona veda etmek zorunda bırakılmış, ancak onun anısına Leslie'nin bestelediği melodiyi daima yaşatmış. Ki zaten bu da animeye dair favori detaylarım arasında, hatta direkt beni animeye başlatan sebep de buydu. Isabella's Lullaby ismiyle bildiğimiz bu melodi karakterin ve yaşanmışlıkların ruhunu öyle güzel yansıtıyor ki uzun süredir bir şeyden bu kadar etkilenmemiştim. 
Yeteri kadar cesareti ve imkanı olmadığı için çiftlikten kurtulmayı başaramasa da yaşamından vazgeçemeyen Isabella, çiftlikten ayrılma zamanı geldiğinde bazı kız çocuklarına sunulan anne olma teklifini kabul ederek bir çocuk sahibi olup çiftliğin başına geçmiş. Hem kendi çocuğunu Leslie'nin ninnisiyle büyütmüş, hem de çocuklara çiftlikten ayrıldıkları esnada eşlik ederken daima bu ninniyi mırıldanmış. Bana kalırsa bu detay çok etkileyiciydi çünkü her ne kadar yaptığı şey insanlık dışı olsa da Leslie'nin melodisi Isabella'ya neden bu yolu seçtiğini hatırlatıyor. Çok sevdiği birine veda etmek zorunda kaldıktan sonra yapayalnız kalışını ve o yalnızlığın ortasında cesaretini yitirerek yaşama tutunmak istemesini anımsatıyor. Bu nedenle Isabella ne zaman çocukları götürmek zorunda kalsa o ninniyi mırıldanıyor çünkü bu yolu neden seçtiğini ve arkadaşının hatırasını unutmak istemiyor. O melodi Isabella'nın yaşamayı seçişinin mührü gibi.
Isabella karakteri gerçekten çok iyi yazılmış kilit bir karakterdi, serinin bu kadar etkileyici olmasında ve izleyiciyi etkilemesindeki rolü çok büyüktü. Ancak daha da vurucu olan yer, Ray'in küçüklüğü bir ağacın altında bu melodiyi mırıldanırken Isabella duyduğunda "Ray, sen bu melodiyi nereden biliyorsun?" diye sorunca Ray'in bakışlarını ona çevirip, "Beni neden doğurdun anne?" diye yanıtlamasıydı. Sonrasında Isabella'nın da dürüstçe, "Hayatta kalmak için, herkesten daha uzun yaşayabilmek için," şeklinde cevaplaması aslında dışarıdan bakınca yargılanmaya çok açık olsa da Isabella'nın tercihleri konusunda çok şey söylüyordu. En temel içgüdümüz olan hayatta kalma dürtüsünü bastıramadığı için Isabella'nın kararlarını yargılarken aslında çoğumuzun ondan çok da farklı olmadığını gösteriyordu. 
Emma, Ray ve Norman'ın mücadelesi kaçarak hayatta kalmak ve özgürlüğe kavuşmakken Isabella'nın mücadelesi de tüm acılara katlanarak herkesten biraz daha uzun yaşayabilmekti. Tabii bu esnada Ray'in mücadelesi de başından beri gerçekleri bilmesine rağmen susmak, gerçek annesinin çiftlik içindeki casusu gibi davranırken herkese sırtını dönüp sırf zamanı geldiğinde onları pişman edebilmek için kendini olabildiğinde kaliteli bir ürün haline getirmek adına zekasını geliştirmek amacıyla durmadan okuyup çalışmasıydı *dünyanın en uzun cümlesi ödülü*.
Birinci sezon zekice planlarla, dokunaklı hikayelerle ve karakterlerin tercihleriyle tam anlamıyla tadı izleyicinin damağında kalan heyecanlı bir kaçış mücadelesiyken ikinci sezon çok daha sönük kalıyordu. Tabii ikinci sezonla ilgili birçok olumsuz yorum okuyup düşen beklentilerimle ön yargılı başladığımdan mı bilinmez, ben o kadar da kötü bulmadım. Yalnızca kalan 15 cildi 11 bölümlük tek bir sezona sıkıştırmak doğal olarak her şeyin aceleye gelmesine neden olmuştu ve izleyiciyi tatmin etmiyordu. Bir de okumadığım için henüz bilmiyorum ama sanırım ikinci sezon direkt olarak mangadan uyarlama değildi, biraz değiştirilmişti.
İkinci sezonun en tatmin edici yanı iblislerin motivasyonlarını tam olarak görebilmemizdi bence. Aslında diğer canlılarla da beslenen iblislerin özel olarak insanları seçme nedenleri yedikleri şeye benzemeleri ve zekalarını kaybetmemek adına insanlara muhtaç olmalarıymış meğer. Ayrıca insan yetiştirme çiftliği düzeni de yıllar önce iblisler ve insanlar arasında yapılan bir sözleşmeye dayanıyormuş. Bu noktada birinci sezonda öldüğünü sandığımız Norman'ın geri dönmesiyle bazı çatışmalar yaşanıyor tabii çünkü Norman tüm iblisleri ilkelleştirecek bir yöntem bulmuşken Emma iblis de olsa kimsenin incinmesini istemiyor ve kolay kolay da pes etmiyor. 
Fakat sonu o kadar aceleye getirilmişti ki birçok şey tam olarak oturmadan öylece olup bitti. Isabella'nın önderliğinde diğer anneler düzene başkaldıranların grubuna geçerken Ray ve Isabella'nın doğru düzgün bir sahnesi bile olmaması beni biraz üzdü —umarım en azından mangada böyle bir sahne vardır. Emma, Ray ve Norman'ın bir söz oluşturmak üzere geri dönüşü yalnızca birkaç kareyle geçiştirilmişti. Yine de sonunda deniz kenarında tekrar buluştukları an çok güzeldi, bu yüzden kötü bir son yerine çok aceleye getirilmiş ve özensiz bir son demek istiyorum ben kendi adıma. Ancak genel anlamda anime kesinlikle izlemeye değerdi, zaten her iki sezon da 11-12 bölümden oluşuyor, bu noktada gereksiz yere uzatılan yapımları sevmesem de The Promised Neverland neden yapımların gereksiz şekilde kısa tutulmaması gerektiğinin de örneğini sunuyor. 
Yorumu bitirmeden önce son olarak kısaca serinin ele aldığı bazı ikilemlere, etik tartışmalara ve mesajlara değinmek istiyorum. Seri aynı zamanda dünyada zaten var olan bir düzeni biz insanları da "kurban" durumuna getirerek sunuyor. Her nasıl mevcut dünya düzeninde insanların diğer canlılara hükmettiği bir sistem içinde yaşıyorsak bizden üstün bir ırk olsaydı onların da aynı şekilde bizden besleneceğini gösteriyor. Tıpkı bizim hayvanları çiftliklerde "uygun" koşullarda yetiştirip çok da yaşlanmadan, ideal olduğunu düşündüğümüz zamanda kesip tüketmemiz gibi bizden daha güçlü olan iblisler de insan ırkını aynı şekilde uygun koşullar altında yetiştirip daha sonra "acımasızca" yok ediyor. Ayrıca iblislerin aslında hayatta kalmak için insan etine (beynine) ihtiyaç duymaması, bunun yalnızca bir tercih olması da mevcut sisteme yapılan bir gönderme elbette. İzlerken küçücük çocukların her şeyden bihaber çiftliklerde yetiştirilip ailelerini tanıyamadan kurban edilmesi ne kadar korkunç, vahşi ve rahatsız edici görünse de yapılan şey sadece günümüzde zaten var olan bir sistemin eleştirisiydi. Bence bu anlamda çok zekice ve özgün bir kurguydu.
Bunun yanında aynı zamanda her şeyden habersiz çocuklar zamanı geldiğinde sevgi dolu koruyucu aileler tarafından evlat edinilip masalsı dış dünyaya adım attıklarını zannederken gerçeğin farkında olanların çektikleri acılar da "cehalet mutluluktur" temasını çok güzel yansıtıyordu. Son olarak iki farklı şekilde kurtulan insanların hikayeleri de vurucu bir biçimde ele alınmıştı. Özgürlüğe kavuşmak için çırpınan Emma'ya Isabella'nın pes ederse mutlu olacağını ve zamanı gelince kendisi gibi anne olabileceğini söyleyerek telkin etmeye çalışması bunun güzel bir örneğiydi. Pes etmek kurtuluş mudur yoksa ne olursa olsun özgür olana dek kurtuluş mümkün değil midir, hayatta kalmak için insanın aşabileceği sınırların bir dur noktası olmalı mıdır ve farklı koşulların getirisi altında kurtulmak ve hayatta kalmak adına yapılanlar etik anlamda yargılanmaya ne kadar açıktır gibi ikilemleri ve temaları çok başarılı bir şekilde işliyordu. 
Özgün, sürükleyici ve iz bırakıcı bir şeyler arayanların kesinlikle şans vermesi gereken bir seri, hatta başlamayı düşünmeyenlerin dahi Isabella'nın melodisini dinlemesi gerekiyor —böyle bir şeyden kimse mahrum kalmamalı!
Beni alıp başka bir dünyaya götüren bu serinin mangasına devam etmek için sabırsızlanıyorum!







Yorumlar

  1. Kesinlikle izleyen herkesin en sevdiği animeler listesinde üst sıralara ulaşabilecek bir yapım. Özellikle senin kaleminden animenin yorumunu okumak ayrı bir keyifliydi😻❤️❤️

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popular Posts

The Untamed Dizi Yorumu

Herkese merhaba! Yıl sonunu çok sevdiğim bir diziden bahsederek kapatmak ve herkese mutlu yıllar dilemek istedim. The Untamed bir süredir izlemek istediğim ancak bölüm sayısı fazla olduğu ve daha önce herhangi bir Çin yapımı izlemediğim için sürekli ertelediğim bir diziydi. Dizinin konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu, sadece bir novel uyarlaması ve BL temalı olduğunu biliyordum. 50 bölüm gözümde çok büyüdüğü için sürekli erteledim ve itiraf etmek gerekirse Çince kulağıma önceden pek hoş gelmediği için ön yargılarım vardı. Fakat diziyi bitirdikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki ön yargılarım aslında gereksizmiş. Diziye başlarken 50 bölümü gözünde büyüten ben, 10 bölümü izledikten sonra keşke dizi daha uzun olsaymış demeye başladım, hatta son bölümü izlerken 50 bölümlük birkaç sezon olmasını istedim ve bence daha uzun olsaymış da olurmuş çünkü Bulut Kovuğu'nda aldıkları eğitimi bile ayrı bir dizi olarak izleyebilirdim.  Diziyi hiç duymayanlar için kısaca konusundan bahsedeyim önc

The Flower of Evil Dizi Yorumu

Herkese merhaba, The Flower of Evil'ı yeni bitirdim ve bitirir bitirmez hemen yorumunu yazmak istedim çünkü inanılmaz iyiydi ve izlerken her bölümünden ayrı keyif aldım. Bilmeyenler için dizinin konusunu ve merak edenler için tanıtımını  aşağı bırakıyorum ve sonrasında spoiler içeren yorumuma geçiyorum. Dizi, karanlık geçmişini gizleyen ve başka birinin kimliği altında yaşayan bir adam ( Lee Joon-Gi ) ile o adamın (kocasının) peşine düşen bir dedektifin ( Moon Chae-Won ) etrafında dönmektedir. Öncelikle diziye başlama sebebim dizi hakkında okuduğum iyi yorumlar, Lee Joon-Gi'nin oyunculuğu ve dizideki kızıyla paylaştığı fotoğrafları görmem oldu. Başlarken çok yüksek beklentilerim yoktu fakat dizi daha ilk bölümünden bile merak uyandırdı ve beni içine çekmeyi başardı. Kore dizileri izlemeye karantina döneminde başladım ve açıkçası çok fazla ön yargım vardı, çoğu insan gibi ben de İngiliz ve Amerikan dizileri izlemeye alışık olduğumdan bir Kore dizisi izlemek hiç de cazip gelmiyor

Edgar Allan Poe - Bütün Şiirleri // Kitap Yorumu

 Herkese merhaba, Aslına bakılırsa bu yazıyı uzun bir süredir yazmayı planlıyor olduğum halde nasıl yazacağımı bir türlü tasarlayamadığım için erteliyordum. Şiir tutkunu olduğumu söyleyemem, fakat hoşuma giden şiirleri ve sevdiğim yazarların derlemelerini okumayı severim. Edgar Allan Poe kullandığı imgeler ve kafanızda çizdiği soyut resimlerle okumaktan keyif aldığım yazarlardan birisi. Bu nedenle daha kitabın kapağını açarken bile beni içine çeken dünyanın hoşuma gideceğinden emindim. Şiirler hakkındaki yorumuma geçmeden önce İthaki Yayınları'ndan çıkan derlemeyi okudum ve çevirisinin çok başarılı olduğunu söyleyemem açıkçası. Elbette çeviri yapmak, özellikle de şiir çevirisi yapmak oldukça zor bir iş, ama yine de çok daha iyi olabilirmiş diye düşünmeden edemedim. Neyse ki bir tarafta orijinal dil, diğer tarafta çeviri olacak şekilde basmışlar, bu yüzden de çok problem olmadı.  Şiirlerin hepsini eşit derecede sevdiğimi söyleyemem tabii ki, içlerinde hoşuma gitmeyen şiirler de oldu