Ana içeriğe atla

Chicago Typewriter Dizi Yorumu

 Merhaba!

Bugün yine sırf şarkılarından birisi için başladığım bir diziden bahsedeceğim. Spotify haftalık keşif listemde SALTNPAPER'ın Satellite isimli şarkısına denk gelip aşık olmamla bu şarkının Chicago Typewriter'ın soundtrack'i içinde yer aldığını öğrenmem arasında yalnızca on beş dakika falan vardı. Sırf bu şarkı için diziyi tabii ki izlemek istediklerim listesine aldım çünkü şarkı beni bir diziye başlatabilecek kadar güzel... Zaten daha konusu hakkında bir fikir sahibi olmadan 1930lu yıllarda geçtiğini öğrenince başka bir seçenek de kalmıyordu benim için.

Ancak dizi dediğim gibi 1930lu yıllarda değil, "1930lu yıllarda da" geçiyor, yine geçmiş ve gelecek arasında bir geçiş söz konusu. Ben en geç üçüncü bölümün sonunda 1930lu yıllara tamamen geçiş yapar ve orada kalırız diye düşünmüştüm, fakat aslında dizi ağırlıklı olarak günümüzde ilerliyor. 

Konusundan kısaca bahsetmek gerekirse Han Se-Ju isimli bir "idol" yazarımız var, kendisi bir yazar olduğu kadar insanlar tarafından bir model olarak görüldüğü için fazlasıyla seviliyor ve çok satanlar listelerinden düşmüyor. Derken bir gün Chicago'ya gittiği sırada orada bir daktiloya rastlıyor ve garip bir çekim hissediyor, daktiloyu almak istese de daktilonun sahibi olan kişi pek gönüllü olmayınca mecburen bırakmak zorunda kalıyor. Fakat daktilo gece yarısı bir nevi hayalete dönüşünce daktilonun sahibi hiç düşünmeden daktiloyu yazarın adresine kargoluyor. (Ne kadar çok daktilo dedim...)

Bu sırada da tabii ki esas kadın karakterimiz diziye giriyor. Kendisi bir zamanlar veteriner olsa da mesleğine ara vermiş, üstelik sürekli geçmiş hayatından görüntüler gördüğü için atıcılık kariyerini de bırakmak zorunda kalmış. Çoğu klasik başrol kadın karakter gibi sevimli, biraz sakar ve işleri karıştırıp duruyor. Kargoyu yazara teslim etmesi gereken kişi Jeon Seol olunca yolları kesişiyor ve tuhaf bir köpeğin de işin içine dahil olup yazar Han Se-Ju'nun tüm yazarlık kariyerinin içinde olduğu flash belleği yutmasıyla her şey karmakarışık bir hale geliyor.

Bu sırada da menajeri Han Se-Ju'dan yine listelerin altını üstüne getirecek bir başyapıt bekliyor, ancak Han Se-Ju biraz depresif bir dönemden geçtiği için yazmakta zorlanıyor. Üstüne bir de ailesiyle olan problemlerini görüyoruz, üvey kardeşi zamanında ona ait olan bir kurguyu çalarak kendisininmiş gibi bastırıp şöhret sahibi olmuş. Babası da elbette evde sokaktan çevrilen bir çocuk gibi yaşayan Han Se-Ju'ya değil, diğer oğlunun sözüne güvenmiş. Tahmin edersiniz ki bu olay nedeniyle Han Se-Ju ve kardeşi Baek Tae-Min arasında süregelen bir düşmanlık var.

Diziye dair en beğendiğim detaylardan birisi direkt birinci bölümün sonundaki sahneydi, özellikle Satellite çaldıkları için mi bilmiyorum, fakat şarkının çalındığı her sahne beni aşırı etkiledi. Han Se-Ju'nun romanlarından birini okuyup etkilenen bir ruh hastası kendini kitaptaki bir karakterle özdeşleştirerek cinayet işliyor ve en sonunda da Han Se-Ju'nun evine gelerek onu ortadan kaldırmak istiyor. Ama her diziden alışık olduğumuz şekilde birinci bölümün sonunda erkek karakter kadın karakteri değil, kadın karakterimiz erkek karakteri kurtarıyor. Hem de elinde bir silahla. Bence burada kızın geçmiş hayatıyla olan bağlantısını çok güzel yansıtmışlardı çünkü arka planda da bir yandan kızın en yakın arkadaşı başkalarına Jeon Seol'ün neden atıcılığı bıraktığını anlatıyordu.

Birinci bölümden dizinin iyi gideceğini anlayınca diğer bölümlerin nasıl seyredeceğini az çok tahmin ediyordum, ama dizinin sonunda neler olacağını kestirmek o kadar kolay değildi. Yine de belirtmeliyim ki eğer çok hızlı tempoda ilerleyen şeyleri seviyorsanız Chicago Typewriter pek sizlik bir dizi olmayabilir. Diziyi biraz yayarak ilerlemişler, ancak bana kalırsa bu tam da dizinin havasına uyan bir seçim olmuş. 

Başrol karakterlerin hayatları bir şekilde birbirine bağlandığında da diziye bu kez ikinci erkek olan Yoo Jin Oh giriyor. Kendisini hayalet yazar zannederken öğreniyoruz ki meğer kendisi sadece hayalet yazar değil, aynı zamanda gerçekten de hayaletmiş. Başrolleri geçmişe bağlayan nokta Yoo Jin Oh oluyor. Kendisi 1930lu yıllarda küçük bir bar işleten, fakat aynı zamanda bu barda bağımsızlık hareketi toplantılarına ev sahipliği yapan seçkin bir ailenin oğlu. Geçmiş hayatlarında işler sarpa sarınca ölürken kendini bir daktiloya hapsetmiş ve serbest kalabilmesi için de bir zamanlar yarım bırakılan romanın yazılması gerekiyor. Ayrıca Yoo Jin Oh kendi hayatının sonunu anımsamıyor, nasıl öldüğünü ve kim tarafından öldürüldüğünü bilmiyor ve serbest kalması için bunu da bulup kitabı tamamlamaları gerekiyor. Aksi takdirde dünyada bir hayalet olarak yaşayıp çaba sarf ettikçe nihayet gücünün sonuna gelecek ve silinerek yok olacak.

Han Se Ju, yani geçmiş hayatındaki adıyla Hwi-Young, o zamanlarda da yine bir yazar, ama kendisi aynı zamanda Japonya ve Kore arasında geçen bir savaştan doğan bağımsızlık hareketinin de lideri. Hayalet yazar da bahsettiğim gibi hem bir bar işletmecisi, hem de Hwi-Young'un sağ kolu ve kendisi de ayrıca bir yazar. Geçmiş hayatta sıkı bir dostlukları olduğunu görüyoruz ve her ne kadar ikisi de Jeon Seol'e (geçmişteki adıyla Soo Hyun) aşık olsalar da bu hiçbir zaman aralarındaki ilişkiyi tam olarak etkilemiyor. Dizinin bir diğer artısı da buydu bence, geçmişi konu aldıkları bölümlerde aşkı ön plana çıkarıp boğucu bir drama yaratmamışlar çünkü biliyoruz ki öyle korkunç bir zamanda kimsenin önceliği dramatik bir aşk hikayesi olmazdı.

Ama yine aynı şekilde bence dizinin sınıfta kaldığı ve çoğu Kore dizisinin de ısrarla sürdürdüğü nokta üst üste gelen boğucu ve anlamsız tesadüflerdi. Mesela her nasıl oluyorsa neredeyse günümüzdeki herkesin geçmişte de bir rolü var, yolları yine kesişmiş ve iyiler yine iyi, kötüler yine kötü. Bir diğer eleştirim de Han Se-Ju'nun trajikomik kaza sahnesine. Adam bir arabayla uçurumdan aşağı defalarca takla atıyor, yalnızca şakağı biraz kanıyor ve başrol kadın karakterimiz onu kurtarıp "iç kanaması olabilir, sonuçta adamı kağıt gibi buruşmuş bir arabanın içinden çıkardım, bir doktora mı gitsek acaba" diye düşünmek yerine dağ evine benzer bir yere götürüyor. Bu gerçekdışı kaza sahnesinin bence ne olaylar bütününe ne de diziye hiçbir artısı yoktu. 

Olumlu yönlere, karakterlere ve olayların kapanışına geçmeden önce bir eleştirim de müziklere olacak. Dizide gerçekten çok iyi müzikler ve şarkılar kullanılmış, fakat zaman zaman o kadar alakasız müzikleri o kadar alakasız durumlarda çalmışlar ki sahnenin vermek istediği tüm duygu yok olmuş. Mesela Hwi-Young'un geçmişte köşeye kıstırılıp kendini öldürmek zorunda kaldığı sahnede cebinden çıkardığı Soo Hyun'un fotoğrafına son kez bakarken Satellite çalma fikri nasıl kimsenin aklına gelmemiş olabilir anlamıyorum... O yine bir nebze anlaşılabilir belki, ancak ara ara hüzünlü olması gereken sahnelerde resmen atmosferi neşeli hale getirecek seçimler yapmışlar. 

Onun dışında iyi noktalardan bahsetmek gerekirse kostümler çok iyiydi bence, özellikle de geçmişte yarattıkları atmosfer, birlikte eğlendikleri bar, aralarındaki arkadaşlık, tüm zorluklara rağmen dostlukları ve yansıtılan karakterler başarılıydı. Ben geçmişteki sahneleri izlerken daha çok keyif aldım çünkü zaten dönem yapımlarını izlemeyi seviyorum, üstüne bir de pek geniş bir bilgimin olmadığı bir dönem olunca izlemesi daha keyifliydi. Ayrıca mekanlar da başarılıydı, 1930lu yıllardaki bar ve Han Se-Ju'nun günümüzdeki evi çok iyiydi, kitaplarla kaplanmış kocaman duvarlar aklımı başımdan aldı gerçekten.

Han Se-Ju karakterinin geçmişteki hali de günümüzdeki hali de çok iyi yazılmıştı, tabii bunda oyuncunun karakterine tamamen oturması ve sergilediği üst düzey performans da etkili. Fakat bunun dışında kendi içinde tutarlı bir karakter oluşu ve sahiden de hem bir yazar hem de bir lider gibi hareket etmesi çok iyiydi. Dipnot olarak belirtmeden geçemeyeceğim ki kesinlikle 1930lu yıllarda kullandıkları tarzı inanılmaz iyi olmuş, bir insanın iki farklı tarzla ne kadar başka görünebileceğini gösterir gibiydi. Günümüzdeki hali karakterine kesinlikle çok yakışsa da ben yine de geçmişteki halini çok daha fazla beğendim. Ayrıca geçmişte bağımsızlık hareketinin lideri olduğu için rolüne uygun davranıp pembe dizide oynuyormuş gibi bir senaryo yazmamaları da çok iyi olmuş. Belirttiğim gibi oyuncu o kadar iyi bir iş çıkarmış ki kendisinin Han Se-Ju olduğunu düşündüm izlerken zaman zaman, başka bir yapımda izlemediğim için çok ayrıntılı bir yorum yapamıyorum gerçi.

Bunun yanında ilk başta net bir yorum yapamasam da sonralara doğru Yoo Jin Oh karakterini canlandıran oyuncunun da aşırı iyi bir iş çıkardığını düşündüm. Hatta zaman zaman oyunculuğuyla ana karakteri bile gölgede bırakmıştı bana kalırsa. Yine aynı şekilde iyi ve tutarlı yazılan bir karakterdi, Han Se-Ju'nun sert ve keskin sınırlarının aksine daha uysal, duygusal ve merhametli oluşu, olaylara daha farklı bir çerçeveden yaklaşımı güzeldi. Fakat sonunda tüm olaylar nasıl onun başına patladı, bir de üstüne neden o bile kendi kendini suçladı çözemedim. Bana kalırsa olayların içindeki hatası herkes kadardı. Bir de hiçbir zaman aşık olduğu kişiye ulaşamamasıyla biraz üzdü tabii ki... Yine de hiçbir zaman hırslarının esiri olmaması ve dostluğu her zaman kendi hislerinin önünde tutması güzeldi. Han Se-Ju'yla arkadaşlıklarını ve aralarındaki uyumu çok beğendim, başarılı bir kimya yakalamışlar. Arkadaşlarını kurtarabilmek için günümüzde bile kendini feda etmesi ve bir hayalet olduğu için gücünü kullanması durumunda giderek silinip en sonunda yok olacağını, dünyaya tekrar gelemeyip boşluğa karışacağını bilmesine rağmen uğraşması çok hüzünlüydü. 

Jeon Seol karakteri benim için ortalama bir karakterdi, yaptıklarını bir açıdan değerlendirince mantıklı, başka bir açıdan değerlendirince mantıksız gelse de dizinin atmosferine iyi uyum sağlamış bence. Oyuncu da başarılıydı ve geçmişte sahne alırken giydiği kostümlerin içinde çok sevimli görünüyordu. Karakterin en çok sinirimi bozduğu nokta Han Se-Ju dışında ona ilgi duyanların farkına varıp bununla alay etmesi oldu. Tabii ki her dizide olduğu gibi başrol kadın Jeon Seol'e de bir değil, iki değil, üç kişi aşık... Hatta Baek Tae-Min'in bir ara kendi çıkarları için gösterdiği ilgiyi de sayarsak üç buçuk bile diyebiliriz. Ancak Jeon Seol özellikle de kendisinden hoşlanan iş arkadaşı Riccardo'ya yokmuş gibi davranıyor, üstüne alay ediyor. Muhtemelen komik olacağını düşünerek yazmışlar, ama bana kalırsa komik değildi...

Dizide komik olan yerler de yok değildi elbette, hayalet bazen köpeğin içine girdiği için köpek normal halindeyken bile onunla iletişim kurmaya çalışan Han Se-Ju'nun köpek yüzünden sürekli yanlış anlaşılması çoğu izleyeni güldürmüştür bence.  

Son olarak dizide esas kötülerin başını çeken Baek Tae-Min, geçmişteki adıyla Heo Young-Min'den bahsetmek gerekirse, canlandıran oyuncu resmen karakteri yaşamış, özellikle de tamamen kontrolünü yitirdiği  sahnelerde çok başarılıydı. Geçmişteki motivasyonları çok belirli değildi, fakat günümüzde yine kendisini gereksiz bir rekabetin içine sokarak psikolojisini bozan bir anne figürü ve ilgisiz baba faktörü vardı. Karakteri saf kötü olarak tasvir etmektense bu şekilde nedenlerini yansıtmaları başarılıydı, karakterin sonu da gerçekçiydi. 

Müzik ve şarkı seçimleri dışında son bölümleri başarılı buldum. Hwi Young'un diğerlerini ateşe atmamak için arkadaşlarını kurtarmak adına tek başına giderken köşeye kıstırılması ve mecburen kendini öldürmek zorunda kalması, esir alınan Soo Hyun'u kurtarmak için giden Yoo Jin Oh'nun duygularına yenik düşerek bağımsızlık hareketinin liderini ele vermesi ve sonra da bunu kaldıramayan Soo Hyun tarafından öldürülmesi çarpıcıydı. Korumak istediği insan tarafından öldürülüp dünyaya sıkışmış olsa da bunu hiçbir zaman sorgulamaması ve yine her şeyini onlara adaması aşırı hüzünlüydü ama. Diğerleri reenkarne olup mutlu bir hayat sürerken tüm olayların yükünü çekmesi haksızlıktı. 

Soo Hyun'un da şiddetli bir ölüm sahnesine kurban gitmek yerine sessizce bir ağacın gölgesine oturup Hwi Young'un hayaletini gördükten sonra yorulduğunu söyleyip uyur gibi ölmesi, elinde tuttuğu ve bir zamanlar Hwi Young'a ait olan saati Jeon Seol'ün babasının yıllar sonra bulup kızına, yani aslında kendisine getirmesi güzeldi. 

Tam hayaletin trajik sonuna üzülürken neyse ki sonunda bitirilen kitabın içindeki hikayeye tekrar dönen Yoo Jin Oh, hayalet olduğu için aslında görünmediği resimlerde kendini de görüyor ve olan biten her şeyi hoş bir anı, düş olarak anımsıyor ve bir şans daha elde ediyor. Vurgulanan dostluk teması çok hoştu, içinde klişelere de yer verilse genel anlamda bence özgün ve güzel bir diziydi. Ana karakterlerin arasındaki kimya başarılıydı, herkesin rolüne tam oturması da hikayeye çok şey katmış bana kalırsa. Bir de genel anlamda bölüm sonları başarılıydı; ilk bölümün sonu, Han Se Ju'nun "bana ait olan çalınmış olabilir, ama ben kimseye ait olanı çalmadım" diyerek yaktığı kağıtları havaya savurduğu bölüm ve sonlara doğru Hwi Young ve Yoo Jin Oh'nun maskeyle sahneye çıktığı yer çarpıcıydı. 

Kısacası eğer çok hızlı tempoda ilerlemeyen, nostaljik, hoş müzikleri olan ve dostluğun konu alındığı dizileri izlemeyi seviyorsanız Chicago Typewriter güzel bir tercih bence. Benim de izlediğim Kore dizileri içinde en sevdiklerimden biri oldu. Satellite'ı uzun bir süre daha dönüp dönüp dinleyeceğim gibi duruyor. 



Yorumlar

  1. Gerçekten kdrama tarihinin en değeri bilinmeyen dizilerinden biri olabilir... Halbuki konusu gerçekten çok özgün, oyuncular karakterlerle resmen bütünleşmiş ve dizinin atmosferine mükemmel derecede uyum sağlayan müziklere sahip. Umarım bu yazıyı okuyanlar diziye bir şans vermeye karar verir çünkü bloğunu okuduktan sonra benim bile ikinci kez izleyesim geldi❤😻

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popular Posts

The Untamed Dizi Yorumu

Herkese merhaba! Yıl sonunu çok sevdiğim bir diziden bahsederek kapatmak ve herkese mutlu yıllar dilemek istedim. The Untamed bir süredir izlemek istediğim ancak bölüm sayısı fazla olduğu ve daha önce herhangi bir Çin yapımı izlemediğim için sürekli ertelediğim bir diziydi. Dizinin konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu, sadece bir novel uyarlaması ve BL temalı olduğunu biliyordum. 50 bölüm gözümde çok büyüdüğü için sürekli erteledim ve itiraf etmek gerekirse Çince kulağıma önceden pek hoş gelmediği için ön yargılarım vardı. Fakat diziyi bitirdikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki ön yargılarım aslında gereksizmiş. Diziye başlarken 50 bölümü gözünde büyüten ben, 10 bölümü izledikten sonra keşke dizi daha uzun olsaymış demeye başladım, hatta son bölümü izlerken 50 bölümlük birkaç sezon olmasını istedim ve bence daha uzun olsaymış da olurmuş çünkü Bulut Kovuğu'nda aldıkları eğitimi bile ayrı bir dizi olarak izleyebilirdim.  Diziyi hiç duymayanlar için kısaca konusundan bahsedeyim önc

The Flower of Evil Dizi Yorumu

Herkese merhaba, The Flower of Evil'ı yeni bitirdim ve bitirir bitirmez hemen yorumunu yazmak istedim çünkü inanılmaz iyiydi ve izlerken her bölümünden ayrı keyif aldım. Bilmeyenler için dizinin konusunu ve merak edenler için tanıtımını  aşağı bırakıyorum ve sonrasında spoiler içeren yorumuma geçiyorum. Dizi, karanlık geçmişini gizleyen ve başka birinin kimliği altında yaşayan bir adam ( Lee Joon-Gi ) ile o adamın (kocasının) peşine düşen bir dedektifin ( Moon Chae-Won ) etrafında dönmektedir. Öncelikle diziye başlama sebebim dizi hakkında okuduğum iyi yorumlar, Lee Joon-Gi'nin oyunculuğu ve dizideki kızıyla paylaştığı fotoğrafları görmem oldu. Başlarken çok yüksek beklentilerim yoktu fakat dizi daha ilk bölümünden bile merak uyandırdı ve beni içine çekmeyi başardı. Kore dizileri izlemeye karantina döneminde başladım ve açıkçası çok fazla ön yargım vardı, çoğu insan gibi ben de İngiliz ve Amerikan dizileri izlemeye alışık olduğumdan bir Kore dizisi izlemek hiç de cazip gelmiyor

Edgar Allan Poe - Bütün Şiirleri // Kitap Yorumu

 Herkese merhaba, Aslına bakılırsa bu yazıyı uzun bir süredir yazmayı planlıyor olduğum halde nasıl yazacağımı bir türlü tasarlayamadığım için erteliyordum. Şiir tutkunu olduğumu söyleyemem, fakat hoşuma giden şiirleri ve sevdiğim yazarların derlemelerini okumayı severim. Edgar Allan Poe kullandığı imgeler ve kafanızda çizdiği soyut resimlerle okumaktan keyif aldığım yazarlardan birisi. Bu nedenle daha kitabın kapağını açarken bile beni içine çeken dünyanın hoşuma gideceğinden emindim. Şiirler hakkındaki yorumuma geçmeden önce İthaki Yayınları'ndan çıkan derlemeyi okudum ve çevirisinin çok başarılı olduğunu söyleyemem açıkçası. Elbette çeviri yapmak, özellikle de şiir çevirisi yapmak oldukça zor bir iş, ama yine de çok daha iyi olabilirmiş diye düşünmeden edemedim. Neyse ki bir tarafta orijinal dil, diğer tarafta çeviri olacak şekilde basmışlar, bu yüzden de çok problem olmadı.  Şiirlerin hepsini eşit derecede sevdiğimi söyleyemem tabii ki, içlerinde hoşuma gitmeyen şiirler de oldu