Ana içeriğe atla

Inuyasha Anime Yorumu

Herkese merhaba!

Daha başlamadan önce bile yorumunu yazmak için sabırsızlandığım bir animeden bahsedeceğim bugün. Ocak ayından beri izlediğim için o kadar alışmıştım ki bittiğinde boşluğa düştüm, karakterleri çok özlüyorum, ama neyse ki devamı varmış. Inuyasha yaklaşık 20-21 yıllık bir anime, ancak ben bu yıl daha yeni izleyebildim uzun süredir izlemek istediklerim arasında olsa da. Açıkçası beni animeye başlamak için motive eden şey müzikleriydi çünkü yıllardır sürekli çok severek dinliyordum ve 167 bölümü de izleyip bitirdikten sonra artık rahatlıkla söyleyebilirim ki bence gelmiş geçmiş en iyi soundtracklerden birine sahip. 167 bölüm demişken başlamayı bu kadar ertelememin en önemli nedenlerinden biri de bu kadar uzun olmasıydı, fakat bir kez başlayınca çok hızlı akıyor arada duraksadığı bölümler olsa da. Serinin devamında 26 bölümden oluşan bir animesi, 4 filmi ve sonraki neslin maceralarını konu alan yeni bir anime serisi daha var. Onları da izleyip yorumlayacağım, ama en iyisi daha fazla uzatmadan giriş kısmını burada bitireyim.

Öncelikle kısmen uzun soluklu bir anime olduğu düşünülürse başlamak için benim gibi gözü korkanlara söyleyebilirim ki genel olarak dizilerin ve animelerin ilk bölümleri beni pek cezbetmese de Inuyasha daha ilk bölümüyle bile bende büyük bir merak uyandırdı. Bölümün ne ara bittiğini anlamadım ve beklentimden çok daha farklı bir şeyle karşılaştım çünkü başlamadan önce konusunu okumamıştım, aklımda daha farklı şeyler vardı. Konusundan kısaca bahsetmek gerekirse Kagome isimli 15 yaşındaki bir lise öğrencisi bir gün tapınağın içindeki kuyuda tesadüf eseri Japonya'nın fedodal çağına açılan bir geçit keşfediyor. Kendini hiç beklenmedik anda bambaşka bir zaman diliminin içinde bulan Kagome, 50 yıl önce tapınak rahibesi Kikyo tarafından ağaca okla sabitlenmiş yarı köpek-iblis Inuyasha'yı buluyor. Derken bunlar yeterince karmaşık değilmiş gibi bir de kendisinin 50 yıl önce ölmüş olan Kikyo isimli tapınak rahibesinin reenkarnasyonu olduğunu öğreniyor. 
Kikyo'nun kız kardeşi yaşlı rahibe Kaede, ablasının reenkarnasyonu olan Kagome'yi görünce ona olup bitenleri anlatıyor. Inuyasha'yı ağaçtan kurtarıyorlar kurtarmasına, fakat Inuyasha kutsal mücevheri ele geçirmek istediği için saldırganlaşıyor. Yarı iblis olduğu için bu konuda kompleksleri var ve hayali kutsal mücevheri ele geçirip sonsuz bir güce kavuşmak, elbette böyle bir güce sahip olmanın hayalini kuran tek kişi de kendisi değil. Mücevherin peşinde birçok kişi var ve bir kaza sonucu kutsal mücevher onlarca parçaya ayrılıp her parçası bambaşka yerlere dağılınca işler iyice sarpa sarıyor ve macera başlıyor. 
Inuyasha'nın önce Kagome'yle iş birliği yapmak gibi bir niyeti olmasa da kutsal mücevherin dört bir yana dağılması üzerine, Kagome mücevher parçalarının varlığını hissedebildiği için mecburen birlikte işe koyuluyorlar. Kagome bir anda kendisini normal hayatından çok uzakta, kendi zamanıyla feodal çağ arasında mekik dokurken buluyor. Tabii çoğu zaman kendi dünyasını değil de iblislerle ve yaratıklarla savaşını izliyoruz. Ailesi sürekli kuyudan geçip tehlikelerle dolu bambaşka bir çağa ayak basmasına hiçbir şey demediği için işi pek de zor olmuyor. Dedesi onun okula gitmediği zamanlar için bahaneler uyduruyor ve arada tekrar kendi zamanına döndüğünde eğlenceli ve çerezlik bölümler izliyoruz. Dönerken de kendi zamanından feodal çağa arkadaşları için değişik hediyeler ve yiyecekler getiriyor, hatta Inuyasha'ya köpek yiyeceği getirdiği bile oluyor.
Kagome'yle başlamışken biraz karakterden de bahsetmek istiyorum. Kagome çoğu başrol kadın karakterin aksine beni hiç de rahatsız etmeyen çok tatlı birisi oldu. Fedakarlığıyla, nezaketiyle ve arada da sinirlerini kontrol edemeyip Inuyasha'nın hakkından gelmesiyle beni zaman zaman güldürürken zaman zaman da umutsuz bir aşık oluşuyla hüzünlendirdi. Yaz kış demeden üzerinden asla çıkarmadığı okul forması, Inuyasha'ya sinirlenince "otur" diye bağırarak onu yere yapıştırması, gergin durumlarda yüzünde yapmacık bir gülümseme ve kapanan gözleriyle ortamı sakinleştirmesi ve çoğu karakterin aksine hiç kıskanç olmayıp aksine herkesi gözetmesi karakterle ilgili aklımda kalan birkaç şeyden bazıları. Henüz 15 yaşında küçük bir öğrenci olmasına rağmen bambaşka bir çağa gidince tabii ki adapte olmakta zorlanıyor ve bence bunu bir animeye göre iyi yansıtmışlardı, Kikyo'nun reenkarnasyonu olduğu için onun da ok atma becerisi var ve ana karakter olduğu için tek bölümde bunda ustalaşmak yerine zamanla öğreniyor, bence bu güzel bir detaydı. 
Bunun yanında tabii birlikte zaman geçirdikçe neler olduğunu bile anlamadan Inuyasha'ya aşık oluyor, 167 bölümde ne zaman birlikte olacaklar diye beklerken aşk temasının pek öne çıkarılmaması ve Inuyasha'nın bitmek bilmez gelgitleri yüzünden bir türlü tam olarak açığa kavuşmuyor. Siz de ekran başında çoğu zaman Kagome'ye üzüldüğünüzle kalıyorsunuz, ama bazı sahnelerinin ne kadar sevimli olduğunu belirtmeden de geçemeyeceğim. Ayrıca Kagome'nin çoğu başrol kadın karakterin aksine gereksiz derecede alık, sakar, ağlak veya entrikacı olmak yerine kendine has ve güçlü bir karakteri olmasına da bayıldım. Bu gücü de abartmıyorlar, bazen başarısız olduğunu, üzüldüğünü ve bocaladığını da görüyorsunuz. Inuyasha'yla kavgalarını izlemekse aşırı keyifliydi, normal bir desibelde konuşmaktan bihaber olan Inuyasha'nın hakkından o kadar iyi geliyor ki çoğu zaman kendimi kahkaha atarken buldum.
Inuyasha demişken animeye adını veren asıl karakterimizden bahsetmezsek olmaz tabii. Inuyasha bir yarı köpek iblis, fiziksel görünüm olarak Kagome gibi 15-16 yaşlarında bir çocuk olsa da aslında kendisi çok daha yaşlı. Karakterin en belirgin özelliği asla ve asla hiçbir koşulda normal bir ses tonuyla düzgünce iletişim kuramaması. Dokunsanız aniden size patlayacak birisi, kendisini sürekli birilerini pataklarken ya da herkes düzgün düzgün konuştuğu sırada ansızın yükselirken görebilirsiniz. Tabii tüm bu tavırları Kagome kendisine "otur" diye bağırana dek sürüyor, orası ayrı... 
Inuyasha bir türlü karar veremediği duygularıyla ara ara bana ekran başında sinir krizi geçirtse de yine de çok sevdiğim bir karakter oldu. Geçmişte Kikyo'ya karşı tam olarak aşk olmadığını düşündüğüm duygular besleyen bu karakter, birtakım yanlış anlamalar ve entrikalar sonucu aniden kendisini Kikyo'yla karşı karşıya buluyor. Kikyo'nun onu kutsal okla ağaca mühürlemesi üzerine de Kagome gelip kendisini kurtarana dek 50 yıl boyunca baygın kalıyor. Yarı iblis olduğu için bu durumdan nefret ediyor, kendisini yeterli hissetmediği için kutsal mücevheri ele geçirip sınırsız güce sahip olmak istiyor. 
Yarı iblis olduğu için de yeni ay çıktığında insana dönüşüyor; köpek kulakları ve iblis tırnakları yok olurken beyaz saçları ve kehribar rengi gözleri de normal bir renk alıyor. İnsan Inuyasha'yı izlemek ayrı keyifliydi çünkü bu sahnelerde onun insan tarafını ve gerçek duygularını daha iyi gördüğümüzü düşünüyorum. Her ne kadar dışarıya karşı patlamak üzere olan bir bomba olsa da içten içe ne kadar güvensiz ve yetersiz hissettiğini, bunu paylaşmaktan çekindiği için de korkularını öfke olarak yansıttığını görüyoruz. Babasının ona miras bıraktığı Tessaiga'yı aldıktan sonra çok daha güçleniyor, kılıcıyla birlikte kutsal mücevherin peşine düşüyor. Kendisini her bölüm "rüzgar izi" ya da "demir yağmacısı, ruh hırsızı" diye bağırırken görmek mümkün. Aynı şekilde bu şiddetli kavga sahnelerinden sonra da Kagome'yi sürekli endişeli bir şekilde "Inuyasha!" diye bağırırken duyuyoruz tabii. Bunlar bölümlerimizin olmazsa olmazlarından.
Kişiden kişiye değişebilir bu elbette, ama benim birlikte olmasını istediğim çift başından beri Inuyasha ve Kagome'ydi. Bana göre Kikyo ve Inuyasha'nın arasında hiçbir zaman tam olarak aşk yoktu, daha çok birbirlerine duydukları saygı ve karşılıklı menfaatleri söz konusuydu. Bunun yanında Inuyasha Kagome'yle birlikte olduğu zaman tam olarak kendi gibi davranıyor ve hatta kendinin daha iyi bir versiyonuna dönüşüyordu bence. Zaten ilk bölüm ve son bölüme baktığımızda karakterin uğradığı dönüşümü çok net görebiliyoruz. Ayrıca Kikyo Inuyasha'ya kıyasla çok daha olgun ve büyük duruyordu, Inuyasha'nın ona saygı ve sevgi duyduğunu düşünüyorum, fakat dediğim gibi bunun romantik hislerle bir alakası olduğunu sanmıyorum. Yine de 167 bölüm boyunca Inuyasha birçok kez ikilem yaşıyor ve zaman zaman işin tadı epey kaçıyor.
Özellikle de 50 yıl önce ölen Kikyo'nun tekrar dirilmesiyle işler biraz daha karmaşık bir hale geliyor. Tabii dirilmek dediğime bakmayın, Kikyo aslında ölü toprağından olan duygusuz bir kabuk gibi daha çok. İlk başlarda epey sinirlerimi bozsa da son bölümlere doğru kendisi için üzüldüm ve Inuyasha'yla geçmişlerinin anlatıldığı bölümleri izleyince de aslında kötü bir karakter olmadığını, yalnızca mizacının biraz daha soğuk ve mesafeli olduğunu düşündüm. Yine de ölen bir karakterin bir şekilde olaya sürekli dahil olması ve kilit noktalarda araya karışıp durması birazcık gereksizdi bana kalırsa. Hatta Kikyo o kadar bıkkın ve tepkisiz görünüyordu ki keşke huzurlu bir şekilde ölebilse diye düşündüm izlerken ara ara. Kikyo'yla ilgili en çarpıcı detaylardan birisi de ona özgü müziğiydi şüphesiz, soundtrack içinde en sevdiğim parçalardan birisi oldu ve karakterle o kadar uyuyor ki dinlerken kafamda direkt "Neden? Bana neden ihanet ettin, Inuyasha?" repliği yankılanıyor, ürpertici...

Buna rağmen belirtmeden geçmek istemiyorum, animede aşkı gereksiz şekilde ön plana almamaları ve boğucu dramalarla izleyiciyi sıkmamaları güzeldi. Ortada bir aşk üçgeni var, ama ana konuya kıyasla geri planda kalıyor ve siz de böylece sıkılmıyorsunuz. Hatta zaman zaman aşk o kadar geri plana atılmış ki Kagome ve Inuyasha'nın en ufak bir sevimli bir sahnesi olduğunda geriye alıp izliyorsunuz. Aralarındaki ilişki benim çok hoşuma gitti açıkçası, hem birbirlerini anlayan iki yakın dost, hem takım arkadaşı, hem de durmadan kavga eden huysuz çiftler gibilerdi. 
İlişkilerden bu kadar söz etmişken Miroku'dan bahsetmemek olmaz tabii ki. Ayrıca elbette animedeki tek ilişki Kagome-Kikyo ve Inuyasha arasında da değil, animedeki karakterlerin arasındaki arkadaşlıklar ve düşmanlıklar güzel işlenmiş. Motivasyonları havada kalmıyor ve karakter gelişimlerini gözlemleyebiliyorsunuz. Kagome ve Inuyasha kutsal mücevherin peşine düştükten sonra yalnızca iki kişilik küçük bir ekip olarak kalmıyorlar, giderek aralarına birkaç kişi daha ekleniyor ve zamanla büyük bir aile oluyorlar. Bu karakterlerden ilki sözde keşiş olan Miroku... Miroku karakteri aslında dünyanın dört bir yanında değişmeyen klişe bir tiplemeye gönderme: kendisi sapık bir din adamı. Miroku her ne kadar keşiş olsa da anime boyunca din ve inanç adına bir şey yaptığını gören olmuyor. Bunun yerine Miroku karşısına çıkan her kadına yaklaşıp "çocuğumun annesi olmak ister misiniz?" diye sormasıyla biliniyor. Tabii durum böyle olunca da zaman zaman tokadı yemesi kaçınılmaz oluyor. Fakat Miroku sadece sapık din adamı göndermesiyle sınırlı olan bir karakter değil, bu yönü beni çok şaşırtsa da karakterin tek boyutlu ve sığ olmaması güzel bir detaydı.
İş kadınlara gelince kendini anında kaybeden Miroku aynı zamanda söz konusu arkadaşları olunca kendini tehlikeye atmaktan asla kaçınmıyor. Kullanması durumunda ölüm riski olmasına rağmen kritik durumlarda sevdiklerini kurtarabilmek adına rüzgar tünelini kullanırken asla tereddüt etmemesiyle ve çoğu zaman savaştığı anlarda kendini ikinci plana atmasıyla karakterden bir türlü tam olarak nefret edemiyorsunuz. Animenin karakterlerin çoğunu direkt siyah-beyaz olarak ayırmaması da ayrıca güzeldi, bunun yerine her karakterin iyi ve kötü yönleri ve motivasyonları var.
Miroku'nun suratındaki beş parmak izinin nedeni ise çoğu zaman takıma sonradan eklenen Sango oluyor. Sango benim animedeki favori karakterlerimden birisi. Kendisi normalde bir iblis avcısı ve bu ailesinden gelen bir meslek, fakat bir anda kendisi için her şeyin tersine dönmesiyle kardeşi Kohaku baş kötü karakterimiz Naraku tarafından ele geçiriliyor ve kendisini çoğu zaman ulaşım aracı olarak kullandıkları Kirara'yla birlikte yarı iblis Inuyasha'nın da olduğu ekipte buluyor. Kardeşiyle olan sahneleri beni çok üzse de asıl üzüldüğüm nokta Sango gibi güçlü ve güzel bir karakterin Miroku gibi birisine aşık olmasıydı... Miroku her ne kadar kendisine hisler besliyor olsa da buna rağmen sürekli gördüğü her kadını taciz etmesiyle bir süre sonra sürekli göz devirmeme neden oldu. Animenin yapımcısı komik olduğunu mu düşündü bilmiyorum, ancak bir izleyici olarak bir süre sonra benim açımdan hiç de komik değil, hatta tam tersine rahatsız ediciydi. Arkadaşlıklarını bazen sevimli bulduğum olsa da Miroku ve Sango'nun arasındaki ilişkiyi asla destekleyemedim bu yüzden. 
Ekibin son üyesi de babasının ölümü üzerine bir başına kalan Shippo. Kendisi dokuz kuyruklu tilki olarak da bildiğimiz bir kitsune ve iblis, Inuyasha'yla sık sık kavga edip pataklansa da aslında çok seviliyor. Ayrıca Kagome'yle aralarındaki abla kardeş ilişkisi de çok sevimliydi bence. Grubun en küçüğü olduğu için çok kritik kavgalarda çok kilit rolleri olmuyor, fakat bence ekibin tamamlayıcısıydı. Bir de tilki olduğu için kılık değiştirebiliyor ve bazen de uçan bir balona benzer bir şeye dönüşerek Kirara ve Inuyasha'nın yanı sıra ekibi taşıyor.
Tüm bu ekibin bir araya toplanmasının sebebi kutsal mücevherden çok Naraku'yı alt etmek aslında, özellikle de Sango ve Miroku'nun Naraku'yı alt etmesi gerekiyor. Sango kardeşini kurtarmak istiyor ve Miroku da eğer elindeki rüzgar tüneli kapanmazsa bir süre sonra ölecek, tabii Naraka'nın yanı sıra her bölüm farklı bir iblisten insanları ya da bir köyü kurtarmaları gerekiyor. Çoğu zaman bölümler tek bölümlük iblis mücadeleleri şeklinde ilerlese de bazen birkaç bölüm uzuyor ya da hikayesi daha uzun olan birileri konuya dahil oluyor. Bir ara "yedili grup" adında bir iblis grubunun hikayesi o kadar uzuyor ki hatta animeyi bırakacaktım... Ama genel olarak bölümler hiç sıkmıyor, dediğim gibi bazen de Kagome'nin yaşadığı zamanda çerezlik bölümler izliyoruz. Nadiren de geçmişe dönük bölümler ya da yan karakterleri konu alan kesitler oluyor. Asıl kötü kahramanımıza ve animenin sonuna geçmeden önce bir de asıl ekip kadar büyük olmasa da zamanla hikayeye çok şey katan diğer karakterlerden bahsetmek istiyorum.
Bunlardan ilki dış görünüşünden de az çok anlayacağınız üzere Inuyasha'nın safkan iblis olan abisi ve benim de tüm animedeki favori karakterim olan Sesshomaru. Lord Sesshomaru daha ilk bakışta bile ikonik stili -kürküne bayılıyorum- ve soğuk bakışlarıyla dikkatinizi çeken bir karakter, hikayeye ilk başta Inuyasha'nın ezeli düşmanlarından birisi olarak dahil oluyor. Her ne kadar abi kardeş olsalar da yarı iblis olan Inuyasha'nın aksine Sesshomaru safkan bir iblis ve bu nedenle de Inuyasha'yı kendinden aşağıda görüyor. Onu ailelerine layık bulmadığı için babasının ismi üzerinde bir leke olarak değerlendiriyor. Ayrıca babasının Inuyasha'ya bıraktığı yok edici kılıcın aksine kendisine iyileştirme gücü olan Tenseiga kalınca iyice kin gütmeye başlıyor. Fakat her ne kadar dışarıdan nefret ediyormuş gibi görünse ve her gördüğü an Inuyasha'nın yakasına yapışsa da Sesshormaru'nun aslında içten içe onun iyiliğini düşündüğünü ve sanıldığı kadar kötü birisi olmadığını bölümler ilerledikçe görüyorsunuz. 
Asla kimsenin sözüyle hareket etmeyip daima tek başına bir şeylere kalkışan, duygusuz ve soğuk Lord Sesshomaru o kadar soğukkanlı bir karakter ki sizin "buna da tepki gösterir artık" dediğiniz sahnelerde bile duruşunu bozmadan öyle bir şey yapıyor ki tekrar hayran oluyorsunuz... Üstelik ismi de "hayatın yıkımı/ölüm" anlamına geliyor, yani daha ne kadar karizmatik olabilir ki gerçekten... Animenin başından sonuna kadar en büyük karakter gelişimini gösterenlerden birisi de kendisi ayrıca. Aslına bakılırsa dışarıdan bakıldığında hiç değişmiş gibi görünmüyor çünkü kendisi yine bildiğiniz her şeye tek kelimelik cevaplar veren ve yüzünde mimik oynamayan Lord Sesshomaru, fakat iyileştirme gücüne sahip kılıcı Tenseiga'yı kullanarak küçük bir kız çocuğu olan Rin'i kurtardığı andan itibaren değişmeye başlıyor. Normalde peşinden ayrılmayan işe yaramaz yardımcısı Jaken'den başka kimseyi yanına yaklaştırmazken insan bir kız çocuğu olan Rin'i ölümden kurtarıp yanına alıyor. Bunu pek fazla belli etmese de koruyup gözetiyor ve ona bir şey olmasına asla izin vermiyor. 
Animenin beni en çok etkileyen sahnelerinden birisi de 162. bölümün sonunda Rin'le aralarında geçen kısa konuşma oldu. Ölümlü bir insan olan Rin, Sesshomaru'ya duyduğu hayranlık ve bağlılık yüzünden kendisinden pek de haz etmeyen Jaken tarafından kafasına sokulan düşünceler sonucu bir gün ölmek zorunda olduğunu idrak edince çok etkileniyor. Sesshomaru'nun kendisi gibi olmadığının ve daima yaşadığının farkına varınca da ona, "Bir gün ölsem bile beni hep hatırlayacak mısınız?" diye soruyor. Bunun üzerinde normalde yüzünde mimik oynamayan Sesshomaru'nun saniyelik de olsa soru karşısında sarsıldığını görüyoruz ve "Böyle aptalca şeyler söyleme" diyor karşılık olarak. Tabii aslında o an kafasından ne kadar çok şey geçtiğini ve ilk kez birini kaybetmekten korktuğunu net bir şekilde görebiliyoruz. 
Bu nedenle bana kalırsa Rin, Sesshomaru'nun karakter gelişimindeki kilit noktaydı. Herkesin çekindiği Sesshormaru'dan kaçmayıp yanına koşan küçük kız çocuğu herkesi şaşırtıyor hatta, kimse anlam veremiyor ama Rin bunu hiç fark etmiyor çünkü Sesshormaru'yu dünyanın en merhametli ve en güçlü kişisi olarak görüyor. Ayrıca saçı o kadar tatlıydı ki her gördüğüm sahnede gidip yanaklarını sıkmak istedim.
Kısacası Rin, Sesshomaru'nun içindeki iblis yanını baskılayıp duygusal tarafını ortaya çıkaran faktördü. Her ne kadar Sesshomaru sırf Inuyasha'ya tokat atabilmek için boyut değiştiren birisi olsa da zamanla kardeşine olan tavrının bile daha şefkatli bir hale geldiğini izliyoruz.
Ve son olarak esas kötü karakterimize gelelim. Bana tam olarak "öl artık" dedirten bu karakter öyle bir karakterdi ki animenin başında "yok artık, 167 bölüm boyunca onunla uğraşacak halleri yok ya, en kötü 100. bölümde falan ölür, sonra başkaları çıkar" derken animenin sonunda bile tam olarak ölmemesiyle ağzımı açık bıraktı. Tabii bunda animenin devamının olması da etkiliydi, o sırada bunu bilmiyordum; fakat yine de 167 bölüm boyunca Naraku'yla uğraşmalarını beklememiştim. Herkes gibi kutsal mücevherin peşine düşen Naraku kelimenin tam anlamıyla dur noktası olmayan bir karakter ve amacına ulaşabilmek için yapmayacağı kötülük yok. Animenin başında garip bir kılıkla karşımıza çıksa da sonradan kötülük uğruna öyle bir hale dönüşüyor ki içinden bir sürü farklı karakterler çıkıyor, başka kötüler yaratıyor, insanları etkisi altına alıp kontrol ediyor, kolu ve bacakları örümcek gibi uzuyor... Beni en çok sinir eden nokta bu kadar karakterin ortak bir noktada birleşip Naraku'ya karşı birlik olamayışıydı. 

Ortada gerçekten güçlü bir düşman olmasına rağmen bir araya gelemeyip her seferinde mağlup olmaları bir süre sonra ciddi anlamda kabak tadı verdi. Bir umutla son bölümde öleceğini beklerken o an bile tam anlamıyla ölmedi, işler uzadıkça uzadı ve açıkçası animenin devam serisinde neler olacak çok merak ediyorum. Umarım ki 26 bölüm boyunca aynı döngüyü izlemeyiz. Çünkü Naraku'nın yaratımları, kalbinin ve ruhunun başka yerlerde olması, bir türlü yenilmek bilmemesi çok uzatılmış bana kalırsa ve animenin en zayıf noktası da buydu. Artık Naraku'nın yenildiğini ve başka konular peşine düştüklerini görmek istiyorum.

Her şeye rağmen gereksiz uzatılan kötü karakteri biraz iç baysa da Inuyasha karakterleriyle, hikayesiyle, atmosferiyle ve harika müzikleriyle çok güzel bir animeydi. Bugüne kadar izlediğim en uzun anime olsa da 167 bölüm boyunca izlediğim için hiç pişman olmadım ve devam filmlerini/serilerini izlemek ve yorumlamak için sabırsızlanıyorum. Mangalarını da internette bulabilirsem okumak isterim, gördüğüm kadarıyla dilimize çevrilmediği için baskısı yok çünkü.

Eğer anime izlemeye ilk kez başlayacaksanız da bundan önce onlarca anime izlediyseniz de kesinlikle Inuyasha izlemenizi tavsiye ederim. Sizi bölümleriyle yer yer epey güldürecek, bazen heyecanlandıracak, kimi zaman da hüzünlendirecek bir anime arıyorsanız hiç durmayın. Hem pişman olursanız rüzgar tüneliyle blogumu çekebilirsiniz, izin veriyorum...







Yorumlar

  1. Kesinlikle tam bir başyapıttı❤❤ 167 bölüm izledikten sonra karakterlerle aile gibi oluyorsun ve finali izlerken de ailenden ayrılıyormuşsun gibi bir hüzün kaplıyor içini... Anime zaten çok güzelken senin yorumlarınla ekstra güzel bir hal almış😻😻😻

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popular Posts

The Untamed Dizi Yorumu

Herkese merhaba! Yıl sonunu çok sevdiğim bir diziden bahsederek kapatmak ve herkese mutlu yıllar dilemek istedim. The Untamed bir süredir izlemek istediğim ancak bölüm sayısı fazla olduğu ve daha önce herhangi bir Çin yapımı izlemediğim için sürekli ertelediğim bir diziydi. Dizinin konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu, sadece bir novel uyarlaması ve BL temalı olduğunu biliyordum. 50 bölüm gözümde çok büyüdüğü için sürekli erteledim ve itiraf etmek gerekirse Çince kulağıma önceden pek hoş gelmediği için ön yargılarım vardı. Fakat diziyi bitirdikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki ön yargılarım aslında gereksizmiş. Diziye başlarken 50 bölümü gözünde büyüten ben, 10 bölümü izledikten sonra keşke dizi daha uzun olsaymış demeye başladım, hatta son bölümü izlerken 50 bölümlük birkaç sezon olmasını istedim ve bence daha uzun olsaymış da olurmuş çünkü Bulut Kovuğu'nda aldıkları eğitimi bile ayrı bir dizi olarak izleyebilirdim.  Diziyi hiç duymayanlar için kısaca konusundan bahsedeyim önc

The Flower of Evil Dizi Yorumu

Herkese merhaba, The Flower of Evil'ı yeni bitirdim ve bitirir bitirmez hemen yorumunu yazmak istedim çünkü inanılmaz iyiydi ve izlerken her bölümünden ayrı keyif aldım. Bilmeyenler için dizinin konusunu ve merak edenler için tanıtımını  aşağı bırakıyorum ve sonrasında spoiler içeren yorumuma geçiyorum. Dizi, karanlık geçmişini gizleyen ve başka birinin kimliği altında yaşayan bir adam ( Lee Joon-Gi ) ile o adamın (kocasının) peşine düşen bir dedektifin ( Moon Chae-Won ) etrafında dönmektedir. Öncelikle diziye başlama sebebim dizi hakkında okuduğum iyi yorumlar, Lee Joon-Gi'nin oyunculuğu ve dizideki kızıyla paylaştığı fotoğrafları görmem oldu. Başlarken çok yüksek beklentilerim yoktu fakat dizi daha ilk bölümünden bile merak uyandırdı ve beni içine çekmeyi başardı. Kore dizileri izlemeye karantina döneminde başladım ve açıkçası çok fazla ön yargım vardı, çoğu insan gibi ben de İngiliz ve Amerikan dizileri izlemeye alışık olduğumdan bir Kore dizisi izlemek hiç de cazip gelmiyor

Edgar Allan Poe - Bütün Şiirleri // Kitap Yorumu

 Herkese merhaba, Aslına bakılırsa bu yazıyı uzun bir süredir yazmayı planlıyor olduğum halde nasıl yazacağımı bir türlü tasarlayamadığım için erteliyordum. Şiir tutkunu olduğumu söyleyemem, fakat hoşuma giden şiirleri ve sevdiğim yazarların derlemelerini okumayı severim. Edgar Allan Poe kullandığı imgeler ve kafanızda çizdiği soyut resimlerle okumaktan keyif aldığım yazarlardan birisi. Bu nedenle daha kitabın kapağını açarken bile beni içine çeken dünyanın hoşuma gideceğinden emindim. Şiirler hakkındaki yorumuma geçmeden önce İthaki Yayınları'ndan çıkan derlemeyi okudum ve çevirisinin çok başarılı olduğunu söyleyemem açıkçası. Elbette çeviri yapmak, özellikle de şiir çevirisi yapmak oldukça zor bir iş, ama yine de çok daha iyi olabilirmiş diye düşünmeden edemedim. Neyse ki bir tarafta orijinal dil, diğer tarafta çeviri olacak şekilde basmışlar, bu yüzden de çok problem olmadı.  Şiirlerin hepsini eşit derecede sevdiğimi söyleyemem tabii ki, içlerinde hoşuma gitmeyen şiirler de oldu